Türkiye’de adaletin terazisi her geçen gün daha fazla bozulmakta, dengeler fakir ve yoksul aleyhine değişmektedir. Zengin olanların daha fazla para kazanmaları her geçen gün daha da kolaylaşırken fakirlerin maişetlerine yetecek kadar para kazanabilmeleri ise her geçen gün daha da zorlaşmaktadır. Bunun mefhum u muhalifi şu; sermaye sahiplerinin devlet merkezi ve yönetim anlayışı üzerindeki etkinliği artarken fakir ve yoksulları oluşturan alt gelir grubundaki halk ise her geçen gün devlet veya hükümet tarafından “önemsiz”leştirilerek uzaklara itilmektedir. Daha açık ifade ile; hükümet halktan ve halkın gündeminden uzaklaşırken ekonomi sektörünü kontrolüne alan sermaye sahiplerinin bitmeyen ihtiyaç ve talepleri de devletin gündemini işgal edip durmaktadır.
Bunun yanına bir de devletin oburluğunu ve doymak bilmeyen iştahını da koyduğunuz zaman, vay fakir fukaranın haline. Uygulanan ekonomi politikaları, devleti ve sermaye sahiplerini beslemeye yöneliktir. Üretimin artırılması, yerli tarım politikalarına geçiş, istihdamın artırılması gibi iktisadi yapının temel saç ayakları, bu ülkenin gündeminden çıkmıştır maalesef. Varsa yoksa faizlerin artırılması, döviz kurları, borsa ve bankacılık. Bu dört canavar da malum; küresel sömürü zincirinin en büyük halkaları, ahtapotun her yere uzanan kollarıdır. Geçen yıl asgari ücrete yapılan %15lik zamma karşılık temel tüketim malzemeleri ile gıdada neredeyse %100 e varan yükselişler yaşandı. Kiralar bazı yerlerde iki katına çıktı. Bir taraftan hayat bu kadar pahalılaşırken diğer taraftan zaten var olan ekonomik krizi bir de pandemi vurdu. İnsanlar işlerinden oldu, istihdam bitti, fabrikalar bir bir kapanmaya başladı.
Bütün bunları niye yazdım; malum şimdi ilgilileri arasında asgari ücret belirleme çalışmaları başladı. Asgari ücretli ve ailelerini rahatlatacak, insanca yaşayabilmelerine olanak sağlayacak ve piyasaya canlılık verecek bir rakam ortaya çıkarılmalıdır. Bir devlet düşünün ki özel sektörde hem asgari ücretliden, hem işverenden ve hem de bunların ürettiklerinden vergi alsın. Yani tek işte bir birinden ayrı üç vergilendirme. Bu da o devletin bütçesini denkleştiremesin. Dış borç 440 milyar dolara çıksın. Bir o kadar da iç borç biriksin. İhtiyat akçeleri de tüketilsin. Bu da yetmesin, merkez bankasında bugüne kadar hep var olan döviz rezervleri tüketildiği gibi 40-50 milyar dolar da içeri girilsin.
Kış ayı girdi. Küçük bir hesaplama yapmak durumundayız; asgari ücretli bir aile düşünün. 2.324 liralık maaşının bin lirasını kiraya vermek zorundadır. Hadi en iyi ihtimalle 800 lirasını versin. Doğal gaz faturasından ne kadar kıssa dahi en az 400 lirasını vermek zorundadır. Su ve elektrik faturaları da bir o kadar tutacaktır. Cebinde 724 lirası kalmıştır. Kalan paranın yarısı zaten sadece ekmeğe gidecektir. Ne yesin, ne içsin, ne giysin, hangi para ile çocuklarını okutsun, uzaktan eğitim için gerekli olan tableti, telefonu, interneti ne ile alsın? Devlet bunların hiç birini düşünmüyor maalesef. Oysa asgari ücret refah payının topluma adil bir şekilde dağıtılmasının en büyük göstergesidir. Asgari ücretlinin yaşadığı yokluk ve sefalet, gelir payının ne kadar adil(!) bir şekilde dağıtıldığını da göstermektedir.
Asgari ücretin brütünün üçte birini devlet vergi olarak işverenden almaktadır. Üçte ikisi ancak çalışanın cebine girebilmektedir. Devlet, asgari ücreti vergilerden tamamen muaf tutmalı, vergi yükünü işveren ile kendi aralarında paylaşmalıdırlar. Açlık sınırının 3100 lirayı geçtiği günümüzde brüt maaşın tamamı işçiye teslim edilmelidir. Böyle bir düzenleme yapılmadığı müddetçe alt gelirli vatandaşlar ve aileleri, asla insani yaşam standartlarına kavuşamazlar. İşçilerin devletteki yolsuzluk ile hırsızlıkları finanse etme, sermaye sahiplerini daha da büyütme gibi bir görevi yoktur.