Henüz 2011 yılında dönemin CHP İstanbul Milletvekili Binnaz Toprak, İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısında yazılı “Her canlı, ölümü tadacaktır” (Enbiya Sûresi 35) ayet-i kerimesi için “Çok sinir bozucu bir şey!” demişti.
Binnaz Toprak’a göre ayet, ölümü hatırlatarak insanların ruh hâllerine zarar veriyordu, bunun için derhal silinmeliydi.
Hemen CHP zihniyetine bak, deyip geçebiliriz. Lâkin bu, kolaylık olur.
Çünkü mesele CHP’yi çok aşıyordu. Binnaz Toprak, sıradan bir CHP’li değil, sol kökenli yeni nesil bir liberaldi. Soldan liberalizme geçen liberallerden… Bu eski solcular, kendilerini artık sosyal demokrat liberal olarak görüyorlar; ABD adına çalışmayı, İslamî değerlere karşı muhalefet adına meşru ve zorunlu buluyorlardı.
Onun söyledikleri de sosyal demokrat liberalizmin bir yansımasıydı. Hatta bir yansıma olmaktan öte, bilinçli bir atağı idi.
Dünya genelinde galibiyetini ilan eden liberalizm, İslamî oluşum ve hatta değerlere karşı sert bir savaş yürütürken insanlığa bir “dünya cenneti” vaat ediyordu.
Bu anlayış, ahireti reddediyor, insanlığı adeta “uyanık” iken bir keyifli “rüya alemi”ne sürüklüyor ve ölümü hatırlatan her şeyi bu “rüya alemi”ni bozacak bir tehdit olarak değerlendiriyordu.
Bu, aynı zamanda bir “sınırsız zevk” akımıydı. Kavrayışı ortadan kaldıran, insanlar için “Anlıyorum” demeyi ayıp sayan, onun yerine “Beğeniyorum” ifadesini getiren bir akım…
Bu noktada liberalizm de mutasyona uğratılıyordu. Zira bir düşünüş biçimi olarak liberalizm “Düşünüyorum, o hâlde varım!” ifadesi ile başlamış sayılırdı. Yeni liberalizm ise “Zevk alıyorum, o hâlde varım” diyor ve adeta arabeskçe bir söyleyişle “Dokunmayın zevkime!” diye nara atıyordu.
Bu çılgın akım, elindeki uluslararası imkânlarla o ölçüde güç kazandı ki sıradan dindar “okumuşlar” dahi ölümden söz edilmesinden rahatsız oldular. Her gün bir katliamın yaşandığı bir dünyada ölümü andığınızda sizi kınadılar, felaket tellalı olmak ile itham ettiler.
Bizim dünyamızda dindarlığı, İslam’ın hayat olduğu gerçekliğine aykırı olarak, ölümle özdeşleştiren akımlar yok mu? Kesinlikle var ve çok da güçlü. Ama onların derdi o akımlarla değil, İslam’ın hayat-ölüm söylemindeki muazzam denge ile idi.
Onlar, din adına her şeyi kınıyorlar ve dışlıyorlar; din adamının bireysel ve toplumsal teselliye sirayet eden vazifelerini de psikolog ve sosyologlara yüklüyorlardı. Öyle ki en dindarlarımız bile buna inanmış ve hiç yoktan psikologlardan randevular almaya başlamışlardı.
Eğitim bilimleri okumuş biri olarak psikoloji ve ihtisasımı yaptığım sosyolojinin önemini inkâr ediyor değilim. Ancak mesele bu ilimlerin varlığı veya yokluğu değil, mesele bu ilimleri dinin yerine yerleştirme, böylece çaktırmadan kulu kula kul etme sinsiliğidir. Bizde her ilim, insanı Allah’a götürürken bunlar, her ilmi insanı Allah’tan koparmak için araçsallaştırıyorlardı.
Ve şimdi, ey “Her nefis, ölümü tadacaktır” hakikatinden rahatsız olan liberaller, işte korona denen görünmez bir virüs, ölümü hepinizin kapısına getiriyor. O virüs hepinizi bütün imkânları ile bir süre de olsa çaresiz bırakıyor.
Bu hâl karşısında psikolog ve sosyologlardan ordular kursanız, ölümle pençeleşen İtalyanları, Fransızları teselli etmeye vakit bulamazsınız. İnsan, nihayetinde çaresiz bir şekilde Rabbine sığınmak durumunda kalıyor.
Ama İslam’ın önerdiği bu değildir. Hatta gemileri fırtınaya yakalanan yolcular misali, bu, İslam’ın kimi hâllerde kınadığı bir sığınma biçimidir.
İslam, sorunlara çareler bulmayı emrediyor ve sorunlara çare bulmuşken de Rabbine sığınmayı öneriyor. Zira insan, varlıkta veya darlıkta, her hâlükarda O’na muhtaçtır.
“Biz, O’ndan geldik” ve istesek de istemesek de “Dönüşümüz O’nadır.”
Bundan ne biz kaçabiliriz ne siz…