Bölgenin ve İslam Alemi'nin en büyük iki gücü. İkisinin de gücü sınırlarıyla sınırlı değil. İkisi de ülkenin dışındaki coğrafyalarda tarihin şekillendirdiği ilişkilerden kaynaklı olarak etkindirler. Özellikle mezhepsel bağlar üzerinden bu ilişki daha somut olarak şekilleniyor.
İran'ın İslam Devrimi'nden sonra ortaya çıkardığı sinerji özellikle Sünni dünyanın diktatörlerinin uykusunu kaçırdı. Batı ile birlikte devrimin yaydığı rüzgarı kırma çabası savaş dahil bütün enstrümanlar ile yürütüldü.
O dönemlerde İran dinci ve şeriatçı diye karalanıyordu. Tabi İslam ülkelerinin bu tutumuyla birlikte tarihten gelen mezhebi korunma refleksleri İran'ı da zaman zaman milli, mezhebi kulvarlara savurdu. Dinci, şeriatçı karalama yetmeyince bir proje olan Arap Baharı'yla birlikte bu defa “şii”, “mürted”, “kafir” kampanyası devreye girdi. Dün, ”şeriatçılar İran'a” diyenler bu gün şeriatçılara, “Kafir İran” dedirttiler.
Elbette ki yine aynı akıl dün en baskıcı olan Demirel'in Türkiye'sini göklere çıkarırken bu gün Cumhuriyetin en müreffeh ve en demokrat dönemini yaşayan Erdoğan'ın Türkiye'sini diktatörlükle suçluyor. Tabi ki batı ve kuklaları bu oyunu hep oynuyor. Ancak oyunlarının figüranı olmama noktasında bizlerin geçmişten günümüze doğru analizler yapması lazım.
40 yıldır ABD tarafından ambargo, tecrit, tehdit ve saldırılara maruz kalan bir ülke için ABD'ci demek vicdanla bağdaşmadığı gibi bu sakat mantık hiç kimseyi ABD'ci olmaktan kurtarmaz.
Bir “akıl” Türkiye'ye İran'la rakip olma telkininde bulundu. Türkiye'ye sahada pozisyon aldıran bu düşünce karşıtını da üreterek İran'a da benzer pozisyon aldırttı.
Bunun gerçekçi bir pozisyon olmadığı; Suriye savaşı öncesinde İransız adım atmayan Suriye'nin en sıcak ve en gelişmiş ilişkilerini Türkiye ile geliştirmesinden anlıyoruz. Hatta aralarında sınırları kaldıran “serbest bölge” oluşturmaya yönelik anlaşmalar bile yapıldı. Gel gör ki savaşı yeğleyip üç ayda Emevi'de Cuma kılma hayalleri kuranların bir gece yarısı ansızın görevden alındığını da biliyoruz.
Şu çok net ki İran ve Türkiye-Suriye meselesini ihtilaf ve rekabet zemininde değil de ittifak ve kardeşlik zemininde ele alsalardı hainler savaş çıkaramayacaklardı.
Aslında Kasr-ı Şirin'den 1979 İran İslam Devrimi'ne kadar İran ile çatışmasız ilişkiler geliştirilmiştir. Ancak devrim ile oluşturulan yapay çatışma alanları ortadan kaldırarak, hazır batının iki ülkeyi de hedef tahtasına koymasından da yararlanarak muhkem ve ümmetin tamamının yanı sıra tüm dünyanın hayrına olacağı bir ittifaka çevirebilirler. Ümmetin iki ana akımının iki baş aktörü konjonktür ve çatışmadan kaynaklanan ve ayaklarına gelen bu fırsatı tarihin akışını da değiştirecek tarihi bir organizasyona dönüştürmenin başlangıç noktası yapabilirler.
Ancak bu son yakınlaşma Kürt'leri ötekileştirip düşmanların kucağına atma çabası ise şu çok net bilinmeli ki isteyelim-istemeyelim bir Kürt devletinin doğum sancıları başlamıştır. Aleyhte çabalar bizi ondan uzaklaştırmaktan ve düşmanlaştırmaktan başka hiçbir işe yaramaz. ABD Barzani'ye değil PYD/PKK'ye devlet kurdurtmak istiyor. ABD'ye rağmen buna engel de olunamıyor. Nitekim PYD/PKK'ye silah verilmesi hususunda kopardığımız kıyametten sonra Sayın Başbakan çaresizlik içinde “ABD tarafından ikna edildik” demekle yetindi. Ve o günden sonra meseleye dair üst düzey bir tepkide gelmedi çetelesini bile tutamadığımız sayısız silah dolu tırların gözümüzün içine baka baka gitmesine karşın.
Kısacası bu çocuk kimin kucağında doğarsa onunla ünsiyet kurar. Çocuklarımıza “Müslümanların yapamadığını ABD ve israil yaptı” deme gerekçesi sunmayın. Bu nedenle İran ve Türkiye el ele verip bu kanayan yaralarından başlayarak yakından uzağa İslam coğrafyasının sorunlarını çözmeye harcamalıdırlar enerjilerini. Bu hem onları büyütür ve güçlü kılar hem de ümmeti.