Farslar ve Türkler İslam ümmetinin asli unsurlarından olup günümüzde Türkiye ve İran devletleri tarafından temsil edilmektedir. Devlet geleneği köklü olan iki halk, tarihte büyük imparatorluklar kurmuş, hâlihazırda da bu potansiyel ve misyonları devam etmektedir.
Tarihte iki halk arasında özellikle 16. ve 17. yüzyılda (Şah İsmail-Yavuz Selim)büyük rekabet ve savaşlar yaşanmış, her iki taraftan yüz binlerce insan ölmüştür. Bu rekabet ve savaşlar yerine göre toprak kapma, yerine göre siyasi ve mezhepsel sebepler olsa da esas etmen İslam düşmanları tarafından körüklenen oyun ve entrikalar sebep olmuştur. Bağdat, Tebriz, Karabağ ve Gürcistan defalarca el değiştirmiş, bu savaşlar sonucunda her iki taraf da birbirlerine nihai bir üstünlük sağlayamamıştır. Bundan ne Safeviler (o dönemki İran’ı temsil eden hanedanlık) ne de Osmanlı kârlı çıkmıştır. Aksine tüm enerji ve güçlerini birbirlerine karşı tüketen bu iki Müslüman devlet, aç kurtlar misali Avrupalılar tarafından bölünmüş, parçalanmış ve sömürülmüşlerdir.
Asırlarca devam eden kanlı savaşlar, 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla sona ermiş ve kesin sınırlar belirlenmiştir. Günümüzde dahi geçerliliğini sürdüren bu sınırlar, İslam coğrafyasında emperyalistler tarafından belirlenmeyen tek sınırdır diyebiliriz.
Türk-İran ilişkileri cumhuriyet döneminde zaman zaman sekteye uğramışsa da normalleşmiş, iki ülke ile Pakistan ve Irak’ın da içinde olduğu Sadabat ve Bağdat Paktları kurulmuştur.
İki ülke ilişkileri 1979 İslam Devrimiyle yeni bir sürece girdi. Laik ve NATO üyesi olan Türkiye ile İran İslam Cumhuriyeti arasında suni birçok kriz yaşandı. Yerine göre devrim ihracı, yerine göre Pkk’lıları destekleme, yerine göre Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Taner Kışlalı gibi siyasi cinayetlerin arkasında olmakla suçlanan İran ile sağlıklı ilişkiler gelişmedi, geliştirilmesine izin verilmedi. Dışarıdan siyonizm ve yardakçıları içerde de taşeronları özellikle Amerika ve siyonizm patentli, 28 Şubat sürecinde savaş çıkartılmak istendi. Çevik Bir, imzalı belgede “İran’ın yıkıcı faaliyetlerini tırmandırması halinde, İran’daki rejimin değişmesi için gereken yollara başvurulması...” ifadeleri yer almıştır. Fakat ilişkilerin çok yönlü ve köklü olması, her iki tarafın da birbirlerine muhtaç olmalarından dolayı krizler büyümeden atlatılmıştır.
Türkiye’de Ak partinin hükümet olmasıyla ilişkiler normalleşti, üst düzeyde gerçekleştirilen ziyaret ve ekonomik anlaşmalarla ilişkiler takdir edilecek seviyeye ulaştı. Nükleer görüşmelerin İstanbul’da gerçekleşmesi, BM’deki İran’a karşı oylamaya sunulan yaptırımlara karşı Türkiye’nin Amerika’ya rağmen ‘ret’ oyu vermesi, iki ülke arasındaki gelişen ticaret hacmi, ‘one minute’ olayı ile dostane ilişkiler gelişti. Bu ilişkiler Müslüman halklar tarafından sevinç ve umutla karşılanırken başta siyonizm olmak üzere Batı’yı da oldukça rahatsız etti.
Türkiye’nin başta direnmesi, ardından NATO şemsiyesi altında (İran’a karşı siyonizmi güvenceye almaktan başka bir amacı olmayan) kurulacak Füze Kalkanı Projesi’nin bir ayağını oluşturan Malatya Kürecik radar üssüne razı olmasıyla ilişkilerdeki sıcaklık, yerini soğuk mesajlara bıraktı.
Suriye’deki olaylarda her iki ülke politikalarının uyuşmaması; ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin İran’dan petrol alımı konusundaki uyarısından hemen sonra Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, İran’dan alınan ham petrolün yüzde yirmi azaltılacağını açıklaması; nükleer müzakerelerin İstanbul dışında yapılacağına dair açıklamaların basına yansımasıyla ilişkilerde soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Üst düzeyde karşılıklı sert açıklamalar birbirini izledi. Nihayetinde 5+1 ile müzakerelerin birinci turu İstanbul’da gerçekleşti ve ikinci turun Bağdat’ta yapılacağı açıklaması yapıldı.
Tarihte sergilenen fitne ve oyun bugün de aynen tekrarlanmak istenmektedir. İran Safevi devleti ve Osmanlı’yı birbirine kırdırma oyununun aynısı bugün Suriye üzerinden oynanıyor. Suriye konusunda İran ve Türkiye, doğru-yanlış, haklı-haksız farklı görüşlere sahip olabilir ama bu iki önemli ve kardeş ülke, İsrail ve Batı’nın menfaatine birbirine kırdırılmak istenmektedir. Raflarda tozlanmış mezhepsel ve tarihsel ihtilaf ve çatışmalar ısıtılıp tekrar servis edilmektedir.
İran ve Türkiye’nin, Türkiye’nin Suriye ile veya halkı Müslüman olan başka bir ülke ve ülkelerle savaşması İslam ümmetinin ve Müslümanların faydasına değildir. Şam’ın, Tahran’ın, İstanbul’un, Diyarbakır’ın bombalanması, yakılıp yıkılmasının kime ne faydası olacaktır? Bir Müslüman, kardeşinin ölümünü, eşinin dul, çocuklarının yetim kalmasını nasıl isteyebilir? Hangi Müslüman bundan sevinç duyacak, haz alacak? Tarihte olduğu gibi bu çatışmadan yararlanacak olanlar ancak Siyonizm ve Batı dünyasıdır. Koltuklarında oturup bu savaşı körükleyecek, zevkten dört köşe olacak ve servetlerine servet katacaklardır. Nihayetinde Ümmet bazında yaşanan kaos ve çatışmaların temelinde Batı’nın ekmiş olduğu fitne tohumları yatmıyor mu? Çok değil, yüz yıl önce; Suriye, Irak, Katar, Ürdün diye devletler mi vardı? Kürtler neden dört parçaya bölündü? Bir Müslüman, İstanbul’dan, Diyarbakır’dan çıkıp Kahire, Tahran, Bağdat, Şam, Mekke, Kandahar ve ta Hartum’a kadar kimlik, pasaport sorulmadan güven içinde gezebiliyorken ‘böl, parçala, yut’ politikasıyla maalesef ümmet birbirini düşman ve rakip gören onlarca devletçiğe bölündü.
Yazar, aydın, âlim, vaiz ve tüm Müslümanlar düşen Ümmet bilinci ve vahdetin vurgulanması, ümmeti parçalayacak, ifsada sürükleyecek plan ve oyunların yürürlüğe girmesini veya kolaylaştırmasını sağlayacak söz, yazı, ifade ve eylemlerden kaçınmasıdır. Bu planlara karşı set olmalıdır. Yoksa dünyevi ve uhrevi vebali büyük olacaktır. Allah’tan temennimiz Kutlu Doğum sevincinin yaşandığı bu günlerde Resulullahın etrafında kenetlenmeyi ümmete nasip eylesin…
Doğruhaber Gazetesi