Körfez Emirliklerinden Katar ile Suudi Arabistan öncülüğündeki yapı arasında uzun zamana yayılan bir problem yaşanıyordu. Ancak kimse bu problemin dört Arap ülkesi Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile bunların etki alanında bulunan Yemen ve Libya kısmi hükümetleri ile ilişkilerinin diplomatik bağları kesme boyutuna gelmesini kısa zamanda beklemiyordu. Bu ülkeler Katar'ı terör gruplarını desteklemek ve içişlerine müdahil olmak ile itham ediyorlar.
Konunun üç boyutu vardır:
1. Tarihsel Boyutu
Katar, Basra Körfezi kıyısında 11 bin kilometrekareye yayılan küçücük bir emirlik… Bulunduğu coğrafya, 19. yüzyıldan önce bugün Bahreyn'i yöneten el-Halife ailesinin elindeydi. 19. Yüzyıldan sonra ise el-Kavasım ailesinin eline geçti. el-Kavasım bugün Birleşik Arap Emirlikleri'ni oluşturan yedi emirlikten ikisinin, Re's el-Hayma ve Şarja emirliklerini elinde bulundurmaya devam ediyor.
Bölgedeki güç dengesi Vehhabi-Suudi yapısının ortaya çıkmasıyla değişti. Vehhabilik, Suud ailesine sınırlarını aşan bir dinî/ideolojik güç verince bu aile tüm kıtaya yayılma eğilimi göstermişti. Suud ailesi, bu emelinin karşısında Körfez kıyısına göz diken Hindistan işgalcisi İngiltere ile Arap Yarımadası'nın en önemli gücü Osmanlı'yı buldu.
19. yüzyıl boyunca Körfez kıyısında Bahreyn'in gücünü İngilizler; Vehhabi- Suudi yapısının gücünü ise Osmanlılar kırdılar. Bu durum bölgede bir güç boşluğu oluşturdu.
Katar'ı günümüzde yöneten el-Sani ailesi, Katar'a 18. yüzyılda gelip yerleşmişti. 19. yüzyılda söz konusu güç boşluğunda siyasi gücünü artırmış, 1868'de İngiltere ile imzaladığı bir anlaşma ile bugün Katar'ın bulunduğu coğrafyanın emirliğini elde etmişti.
Osmanlılar, bu durumu kabullenmediler ve 1871'de bölgeyi kaymakamlık düzeyinde Basra'ya bağlı bir statüye aldılar, başına da bugünkü Katar emirinin dedesi Casim bin Muhammed bin Sani'yi getirdiler.
Osmanlı, yaptığı bir anlaşma ile Katar'ı İngilizlere bırakırken el-Sani ailesi 1916'de diğer Körfez emirlikleri gibi İngiliz himayesine girmeyi kabul etti. Bu himaye ile Katar'daki yerlerini pekiştiren el-Sani ailesi 1920'den sonra İngilizlerin bölgedeki en büyük müttefiki haline gelen Vehhabi-Suudi yapısı ile ilişkilerini, İngilizlerin petrol zengini bu bölgeyi bütünlük içinde tutma politikalarının da gereği olarak iyi tuttu.
2. Düşünsel Boyutu ve Arap Baharı
Ancak petrol gelirleri ile zenginleşen Katar, 1990'lı yıllardan bu yana Suudi Arabistan'a karşı bağımsız bir siyaset izlemenin yolunu arıyor. İlkin israil'le açık ilişkiler geliştirerek Suudi'den bağımsızlaşma yolu arayan el-Sani ailesi, Batı Bloku'nun Suudi'yi kendisine tercih etmesi karşısında farklı bir yola girdi, el-Cezire televizyonunu kurarak devasa bir medya gücüne ulaştı. el-Cezire, özgürlükçü bir tutumla Suudi yönetimi de dahil, Arap ülkelerinin liderlerini eleştirdi. el-Cezire Arap ülkelerinin oluşturduğu medya duvarını yıkarken Katar yönetimi de bölgesel siyasette kendisinden söz ettirmeye başladı.
2000'li yıllarda Suudi Arabistan'da yerleşik kimi alimler, Yusuf el-Karadavî'nin liderliğinde Katar emirliğinde kendilerine yer buldular, aynı süreçte İhvan-ı Müslimin hareketi ve Kuveyt emirliğinin içine düştüğü güç durumdan dolayı Körfez'de siyaset yapacağı bir alandan yoksun kalan Filistin İslami Hareketi HAMAS da Katar'la iyi ilişkiler geliştirdi.
Arap Baharı'na gelinirken başta memleketi Mısır olmak üzere halk hareketlerinin önemli destekleyicisi el-Karadavî Katar'ın el-Cezire televizyonunun daimi konukları arasındaydı. el-Cezire, Karadavî'nin programlarına son vermek durumunda kalırken Mısır cuntası Mayıs 2015'te Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ile birlikte Karadavi'ye de gıyabında idam kararı verip kararın onayı için dosyayı müftülüğe gönderdi.
Mısır cuntası ile iyi ilişkiler kurmayı reddeden Katar, söz konusu cunta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin finansmanıyla ayakta durduğu halde bu ülkelerle ilişkilerini iyi tutmaya çalıştı.
Ne var ki Katar ile Suudi Arabistan bloku arasındaki düşünsel bir ayrılık da söz konusudur. Katar'da yerleşen ve İhvan-ı Müslimin'e yakın alimler Vehhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab'ı eleştirmekten kaçınsalar da son dönemde el-Karadavî ve onun yardımcısı Muhammed Ali Karadağî öncülüğünde Vehhabiliğin tasvip etmeyeceği, İhvan'a ve genel olarak tarihi Ehl-i Sünnet akidesine yakın görüşler ortaya koydular.
Muhammed Ali Karadağî, 2016'da İstanbul'da onur konuğu olduğu bir toplantıda, Müslümanların ihyaya ihtiyacı olduğunu, bunun İmam-ı Gazzalî ile ortaya konan ve Nûreddin Zengî-Selahaddin-i Eyyûbî ikilisi ile siyasi bir yapıya bürünen yol ile mümkün olduğunu söylüyordu. Kaç yıldır ifade ettiğim bir görüşün Suudi'nin kurduğu Rabıta kökeni bulunan biri tarafından bu açıklıkta ifade edilmesi beni hayrete düşürmüştü. Karadağî sözü günümüze getirerek Müslümanların ittihadı için tekfirciliğe karşı mücadeleyi, Batıni tehlikesinin farkında olmakla birlikte Ehl-i Kıble'yi tekfir etmekten, onları mücadelenin odağına yerleştirmekten uzak durmayı öneriyordu.
Katar yönetiminin himaye ettiği bir alimin bu görüşü esasen Suudi Arabistan'a karşı isyan anlamına geliyordu. Zira Suudi, Gazzali çizgisini belki Batınî hareketlerden bile daha çok eleştiriyor; Ehl-i Kıble'nin bir kesimine yönelik ise bir Müslümanın, israil ve Amerika için kullanmayacağı ifadeleri kullanıyor.
2013'te babası Emir Hamid'i devirerek Katar'ın başına geçen Şeyh et-Tamim; Batı'nın kışkırtması ile Suudi Arabistan bloku ile İran arasında yaşanacak bir savaşı ülkesi ve bölge için tahrip edici buluyor. Suudi Arabistan'ın bu konuyu gittikçe kızıştırmasını tasvip etmiyor. Suudi Arabistan bloku karşısında Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirirken İslam aleminde büyük bir toplumsal güce sahip olan ve Mısır'ın ötesindeki Afrika ülkelerinde siyasi bir güce de ulaşan İhvan-ı Müslimin ile bağını sürdürüyor. Bu tutum Suriye iç savaşından sonra siyasi bürosunu Katar'a taşıyan HAMAS için de büyük bir imkan oluşturuyor.
Suudi Arabistan, İran'ın mezhepsel yapısı üzerinden Arap yarımadasına açılmasını varlığının doğrudan tehdidi, İhvan-ı Müslimin'i ise siyasi nizamı için tehdit olarak görüyor. Bu durum İran'la çatışmayı onaylamayan, İhvan-ı Müslimin ile ise dostane ilişkilere sahip olan Katar yönetimi ile Suudi Arabistan'ı düşmanlık noktasına taşıyor. Katar emiri, Suudi Arabistan'ın bu durumdan duyduğu rahatsızlıkla ülkesine karşı yaptırımlar tasarladığını düşünerek son dönemde başta Yemen politikası olmak üzere İran'la bir yakınlaşma içine girince Katar ile Suudi bloku arasındaki ipler koptu.
3. ABD Boyutu
Ne var ki yerel aktörlerin durumu Körfez ülkelerinde büyük anlam taşımıyor. Buradaki siyaset daha çok ABD tarafından belirleniyor. ABD, terörü araçsallaştırarak DAEŞ'in eylemlerini öne sürüp Arap-İslam âleminde güç dengelerini daha da kendi lehine çevirmeye, bu bölgedeki hakimiyetini gelecekteki bir İslami uyanışın yol açacağı siyasi gelişmelerden korumaya çalışıyor. Bunun için bölgede ulusal-sağ olarak ifade edilebilecek, muhafazakâr sağ kesimin önderliğinde ama seküler kesimlerin de önemli bir role sahip oldukları yeni bir yapı kurmak istiyor.
ABD, bunun için Irak hükümetini ve ona bağlı milis güçlerini kullanarak DAEŞ için alan oluşturdu, DAEŞ'in eylemleri ile gücü artan PYD'yi himayesi altına aldı; bu üç yapıyı kullanarak Arap Yarımadası'nı kuzeyinde bir varlık edindi. Güneyi ise Kral Selman'ın “ikna edilmesiyle” Suudi Arabistan blokuna bırakmayı çıkarları için uygun buluyor.
Bu yapı içinde, Mayıs ayı başında yayınladığı Siyaset Belgesi ile rahatlamaya çalışan HAMAS'ın Gazze'deki varlığı tehdit altına girerken 15 Temmuz 2016'da devrilemeyen Türkiye'nin bölgede siyaset yapmasının da yolu tıkanıyor. Bölge siyaseti bir tarafında İran'ın, diğer tarafında Suudi Arabistan'ın bulunduğu iki uca teslim edilmesi ve bu iki ucun çatışması üzerinden bölgesel kontrolün sağlanması tasarlanıyor. Bu stratejiyle bölge kaosa sürüklenirken ABD-Suudi, ABD-Birleşik Arap Emirlikleri silah anlaşmaları da anlam kazanıyor!