“Ey Peygamber! Şüphesiz ki biz Seni bir şahid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah'a O'nun izni ile bir davetçi ve nurlar saçan bir kandil olarak (gönderdik).” (33/45-46)
Selam ile başlıyorum…
Çünkü selam, bütün kusurlardan ve afetlerden salim olan Rabbül Alemin Allah azze ve celle'nin Esma-ül Hüsna'sından hem pek mübarek ve hem de bereketlere vesile olan latif ve nazif bir isimdir. Birbirinden güzel, birbirinden derin, zengin ve kuşatıcı manaları havi bu mübarek isim, aynı zamanda Rabbin rızasına vasıl olmak için müminlerin birbirlerine Kemal-ı iştiyakla ve ihlas-ı tamme ile yapa geldikleri bir duadır da.. Ben de, bu itikada mebni bir niyet ile yazımın giriş faslını açarken bu mübarek isim ile (Davetçi Mü'min) gönlünüze misafir olmak istedim…
AHZAB SÛRESİNDEN İKİ AYET
Ahzap suresinden aldığım iki ayet-i kerime ile işe başladım. Bu ayetleri, sizinle yapmayı tasarladığım muhavere konusu için ana umde olarak seçtim. Bunları özellikle seçmemin birden fazla nedeni var, diyebilirim. Böyle olmakla beraber ama daha çok, beni cezbeden en baştaki neden, bu ayetlerin, efendimiz (sav)'in mümtaz yaşayışında vahyin dolayısıyla Aziz İslam'ın nurlu davetçilerinin vasıflarını merkezi konu olarak ele alması ve bunlar üzerinde yoğunlaşmasıdır. Bu husus Ayet-i Celile'de geçen “…Allah'a, O'nun izni ile bir davetçi..” cümlesi bu ayetleri seçmemin en birinci nedeni sayılır. Beni daha çok etkileyen, bana tesir eden, bu cümle olmuştur. Belki de ümmet olarak ayet-i kerimenin zikrettiği bu vasfa, (en çok) ihtiyaç duyduğumuzdandır. Bildiğim bir şey var; o da şahid, müjdeci, uyarıcı, davetçi ve nurlar saçan kandillere ihtiyacımızın çok olduğudur. Özellikle bu özelikleri taşıyan muhlis, muttaki davetçilere…
“ALLAH'A O'NUN İZNİ İLE BİR DAVETÇİ” Böylece, aslında yukarıdaki sözlerle, duygu ve düşüncelerimi açıklamakla beraber aynı zamanda, sizinle yapmayı düşündüğüm sohbetin ana konusunu da beyan etmiş bulunuyorum.. Biliyorsunuz, şifahi yollar kapandığında veya buna imkanlar yetişmediğinde, el vermediğinde; buna bedel yazı yolu, her insan için bir nimet olur. Fakat bu, sorumluluk sahibi davetçiler için daha büyük bir nimettir. Bizler; her imkanı değerlendiren, her zaman ve her mekanın mahbusiyetini kabullenmeyi aşan ve zoru zor geçit vermez şartlara rağmen, büyük işleri başarmış bir misyonun geleneğinden geliyoruz. Bilinir ki bu işte, yani Allah'a davet işinde peygamberler başta olmak üzere Salih ve muhlis ve şahid bütün muvahhidler, bütün davetçiler bizim, nur saçan kandillerimiz, imamlarımız ve rehberlerimizdirler. Bu geleneği, bu mücadele aşkını ve bu cihad ruhunu bütün zorluklara rağmen yaşatmak ve bizden bunu devir alacak yarının nurlu davetçilerine teslim etmek durumundayız. Vazifemiz budur… Yakini bir iman taşıyoruz ki bu davanın sahibi Rabbül'Alemin bu işte bizimledir, bizim yardımcımız ve dayanağımızdır. O, rızası uğruna yola çıkanları yüzüstü bırakmayacak kadar cömerttir… Sözü tadında bırakıp şimdi merama gelelim.
Efendim, Rabbim izin verirse başlangıcını yaptığımız bu yazımızın devamını getireceğiz. Yukarıda da ifade ettiğim gibi davetçi konusu üzerinde duracağız. Biz de “...Allah'a O'nun izni ile bir davetçi..” ilahi buyruğundan hareketle imkanlarımız ölçüsünde bu önemli konuya eğilecek, evvel emirde bize taalluk eden kısımlarını öne çıkaracağız
İLK İHTİYAÇ DUYDUĞUMUZ ŞEY
Fakat davetçinin 'kim'liğine dair konulara girmeden önce, davetçinin daveti ile yükümlü olduğu davasını tanımaya ihtiyacımız vardır. Çünkü hakikat o ki davetçi, varlığını, etkinliğini ve kendi dışında kalan hem cinslerine yani insanlara örneklik vasıflarını davasının ilkelerinden alır. Eğer bir davetçi davet ettiği davasının boyası ile boyanmamışsa o davetçinin davetçi vasıflarında bir problem, bir sıkıntı var demektir. Zaten mesuliyet sahibi bir davetçinin bu çeşit sıkıntılara tahammülü yoktur. Ne yapıp edip davası ile arasına giren, engel teşkil eden-içsel olsun dışsal olsunsıkıntıları ortadan kaldırmak, bertaraf etmek için yoğunca çalışır. Ta ki davasının boyası ile boyanmış salihlerden, sıddıklardan, Said'lerden, Hüseyin'lerden olsun. Tâ ki bu şahsiyetlerin örnek aldığı İbrahim (as)'lerden, Muhammed (sav)'lerden olsun. Yani ta ki: “(Ve deyin ki) 'Allah'ın boyası (ki biz onunla boyandık, dinine girdik). Allah'tan daha güzel boyası olan kim olabilir? Biz ancak O'na kulluk edenleriz!” (2/138) diyenlerden olsun. Davetçinin uğraşı bu. Dolayısıyla davetçi örneklik vasıflarını davasının ulvi ve kusursuz ilkelerinden alır. İşte bu nedenle O'nun davasını tanımaya ihtiyacımız vardır, dedik.
Ancak bu, geniş ve çok boyutlu olan bir konudur. Çünkü söz konusu ettiğimiz da'va, yüce İslam davasıdır. Alemler içinde, üzerinde yaşadığımız ve de öldüğümüz, şu yeryüzü sakinleri arasında insanların biricik davasıdır. İnsanlık tarihiyle yaşıt, onunla başlamış, onunla gelişmiş, onunla devam edecek yegane bir davadır. Bu davanın sahibi, Adem (as)'ı bu gezegene gönderdikten sonra Ona bu yüce davayı tevdi etmiştir. Adem (as) da çocuklarına, çocukları da çocuklarına… Ve bu böyle, bir silsile yolu ile ta zamanımıza kadar gelmiştir. İşte, geniş ve çok boyutlu olan bir konudur demekten kastımız budur. Çünkü insanlık alemini ilgilendiren bütün konuları ihtiva etmekte olup hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. Buna göre İslam davası; hayata dair ne varsa, eşyanın mahiyeti hakkında ne varsa ve insanın varoluş gerekçesi, yaşam biçimi ve akıbeti konusunda ne lazımsa bunları içine alan mükemmel bir nizamdır. “Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. (Biz) Kitapta (Levhi mahfuz) hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra (hepsi) Rablerinin huzurunda toplanacaklardır.” (6/38)
Durum böyle olsa da, dava -davet konusu geniş ve çok boyutlu olduğu için davetçinin 'kim'liği, 'neci'liği sadedinde özetle de olsa buna eğilmemiz, tarif etmemiz gerekecektir. Açıktır ki, davanın tarifi yapılmadığı zaman davetçinin kimliği örtülü kalır... O halde biz işe buradan başlayalım. Ta ki 'kim'den söz ettiğimiz kapalı kalmasın. Ta ki yazımızın iskeletini oluşturan nurlu davetçinin kim olduğu açık ve net, güneş gibi önümüzü aydınlatıversin..
DAVA DAVET -DAVETÇİ
Her şeyden önce ifade edelim ki; dava, davet ve davetçi; üçü birden birbirinden ayrılmaz bir bütündür. İlahi irade birinin varlığını diğerine bağlamıştır. Biri bulunmazsa diğerinden söz edilemez. Bu böyledir. Rabbimizin, fıtrata dair kevni ayetlerinden yüce bir ayettir, bir kanundur bu. Bunlar birbirini tamamlayan, birbirinin manasını tekmil eden ve biri diğerine ruh veren vahyin nuru ile sabit olmuş hakikat cüzleridir ki 'bütünlük' ancak üçünün birden bulunması ile mümkün olur. Fakat şu bilinmesi gereken bir gerçektir ki; dava, ilkeleri ile boyandığı zaman davetçisini Allah'ın izn u kudreti ile, selamet sahiline çıkaran bir nur, bir rehber ve onu miraçlara götüren bir Refref ve Burak'tır. Şu Ayeti Kerime dava, davet ve davetçi üçlüsünü veciz bir şekilde açıklamıştır. Alemlerin Rabbi olan Allah buyuruyor ki:
“(Habibim!) Deki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de, bana tabi olanlar da (böyleyiz).” (12/108) Ne müessir bir ifade, ne can alıcı bir çözüm, bir hakikat ve ne güzel bir davettir! Dosdoğru, apaydın ve berrak bir yol! Eğip bükmeden, kem küm etmeden açık yüreklilik ve açık sözlülükle yapılan nurlu bir davet! Güven veren, hayat bahşeden ve mutlak galibiyete giden yolu gösteren en etkin bir ışık! Ve bunu belagatın, fesahatin en zirve noktasında durup seslendiren bir davetçi…
Ayet-i Kerime;
“İşte bu, benim yolumdur..” Kudsi ifadesi ile davayı,
“Allah'a, bir basiret üzere davet ediyorum..” ifadesiyle daveti,
“Ben de, bana tabi olanlar da..” ifadesi ile de davetçiyi dolayısıyla ve sarahaten izah ediyor. Doğrusu şu ki, bu ifadelerden her birinin ayrı ayrı açılması lazım.. içinde yaşadığımız bu zorlu zamanın mizanına, şartlarına ve lügatine muvafık bir izah tarzı ile açıklanması gerekir. Bunu içinde yaşadığımız zaman açısından, Müslüman davetçilerin göğüs gerdikleri mücadele şartları açısından.. diyorum. Yoksa, muhlis ve muttaki alimlerimizin bu işe ehil olanlarından her biri yaşadıkları zamanın ihtiyacına lazım olacak şekilde bu mübarek ifadeleri özveri ile açmış, Müslümanların istifadesine sunmuşlardır. Bu açıdan sıkıntı yok. Sıkıntı, 'olan' ile yetinmektir belki. Sıkıntı, yeniden bu mübarek ifadeler üzerinde tefekkür etmede yavaş davranmak, gevşek davranmaktır belki de.. halbuki çok iyi biliyoruz ki 'olan' ile yetinmek, mücadele ehli davetçinin vasıflarından değildir. O çok iyi biliyor ki : 'Bir davanın mücadelesini vermek tercihlere bağlı değildir. Şartlara ve ortamlara bağlıdır..' O halde davasının ilkelerini içinde bulunduğu şartlar içinde, zamanın oluşturduğu yenilikler dahilinde ve bulunduğu noktadan kendisini ileriye taşıyabilecek, Rabbani bir perspektiften yeniden okumalıdır…
Allah'ın izniyle gelecek sayımızda devam ederiz.
Ya Rabbi! Bizlere davetçi kişiliğimize yakışır bir hayat nasip eyle (amin).
İnzar Dergisi