Analiz Haber/Abdulkadir ŞEN
Dünya nüfusunun yaklaşık 7 milyar olduğu günümüzde Müslüman'ların sayısı 1.5 milyarı geçmiştir. Başlangıçta politik birliğe sahip olan İslam dünyası son 70 yılddan bu yana farklı bir tür krizle karşı karşıyadır. İslam'ın ortaya çıkışı beraberinde yeni bir dünya düzeninin temellerinin atılmasını da gerektirmiş ve dönemin büyük güçleri olan İran, Bizans gibi ülkelerin siyasi sınırları değişmiştir. Süreç içersinde birden fazla kıtaya hükmeden ve kendi içinde birbirine asabiyetle bağlı bulunan ve ismi İslam ümmeti olan siyasi bir güç tarihin aktörü oluvermiştir.
Hristiyan dünyanın en dinamik dönemlerini geride bıraktığı bu dönem haçlı saldırılarıyla beraber Hristiyan dünyanın kaybettiği siyasi ivmeyi tekrar elde etme ve düşmana (Müslümanlar) karşı Hristiyanları tekrar mobilize etme dönemidir. Sosyoloji biliminin kurucularından İbn Haldun milletlerin politik güçlerini sürdürebilmelerinin en önemli araçlarından birinin de asabiyet (Birlik ve bağlılık) olduğunu belirtmektedir. Hristiyan aleminin kilise ile yaşadığı kötü tecrübeler sonucu laikliğe yönelmesi ve materyalizmin bir ekonomik sistem olarak kapitalizmi üretmesi batı insanının daha da bireyselleşmesine, ortak değer ve birlikteliğin azalmasına ve nihayet kendi aralarında yaşadıkları iki büyük dünya savaşı sonucunda da milli sınırların daha da önem kazanması aralarındaki asabiyeti oldukça dağıtmıştır.
Temelde ikisi de Hristiyan olan Sovyet Rusya ile Avrupa ve Amerika'nın uzun yıllar devam eden soğuk savaş süreci Hristiyan temelli birlikteliğe darbe indirmiştir. Birinci dünya savaşı sonunda karşılarında siyasal ve duygusal birliği bulunan tek bir İslam ülkesi bulma riskine karşın Batı Wilson ilkeleri ile Osmanlı Halifeliği'ni dağıtmış ve İslam ülkeleri uzun yüzyıllardan sonra ilk defa hilafetsiz ve dağınık bir döneme girmiştir. İnanç, din, hatta etnik köken açısından birbiriyle tamamen aynı olan bireyler siyasi sınırlar nedeniyle birbirlerinden ayrılmıştır. İslam aleminde sömürgenin bittiği 1960'lardan sonra bölgeyi terkeden batılı güçlerin yeni ulus devletlerin otoriter rejimleri üzerindeki etkisi ve statükonun devamına yönelik maddi ve askeri destekleri günümüzde ayrıntılı olarak bilinmektedir. 1920-2010 yılları arasında Müslümanların karşılaştıkları temel 3 problem bulunmaktadır.
1-Hilafetin Yeniden Kurulması ve Ulus Devlet Problemi
2-Baskıcı Rejimlerin Bertaraf Edilmesi Ve İslam Nizamının İnşası
3-Modern Sömürü ve Dış İşgallerle Mücadele
Müslümanlar bu problemlere temelde verdikleri 3 aşamalı tepki vermişlerdir.
1-Müslüman dünyanın İslam'dan uzaklaştığı için siyasi gücünü de yitirdiğini iddia eden İhvan-ı Müslimin, Tebliğ Cemaati, Hizbuttahrir gibi hareketler davet çalışmaları yürüterek İslam toplumunu dönüştürmeyi amaçlamışlardır.
2- Raşid Gannuşi, 2. Nesil İhvancılar Erbakan hareketi ve Cezayir İslami Hareketi (FIS) gibi hareketler demokratik seçimlere girerek içerden çözüm bulmaya çalışmışlardır.
3-Davet evresinin devam etmesi gerektiğine ancak bunun düşmanla kaçınılmaz bir karşılaşmayı gerektirdiğine inanan çeşitli hareketler İslam'da cihad ismi verilen mücadele metodunu benimsemişlerdir.
Tecrübe edilen bütün bu yöntemlerin çeşitli eksiklikleri olduğu sonucuna varan bir takım İslami Hareket liderleri elde ettikleri kazanımların genel olarak Batı tarafından direk ya da İslam ülkelerindeki otoriter rejimlerin desteklenmesi sonucu dolaylı olarak engellendiğini ve projelerinin özellikle de ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından akamete uğratıldığını tespit etmişlerdir. Bu süreçte asıl düşmanın İslam dünyasındaki Mübarek, Bin Ali gibi otoriter liderler değil bizzat batı olduğunu savunan bazı İslamcı liderler Batı ile mutlak bir hesaplaşmanın İslam aleminde başarı kazanmak için kaçınılmaz bir yol olduğu sonucuna varmışlardır. Bu görüş "Uzak Düşman Stratejisi"dir. Bu görüşe göre savaş mesela Mübarek ile Mısır İslamcıları arasında değil ABD ile İslam dünyası arasındadır. ABD bu savaşında otoriter liderleri kullanmaktadır. Öyleyse ABD ve Batı'ya vurulacak her darbe aslında Mübarek ya da Buteflika'ya vurulmuştur. BM'yi hedef alan bir muhalefet aslında Dünya Bankasını hedef alır. İngiltere'nin ekonomisi zayıflarsa Yunanistan batar, Avrupa zayıflarsa Arap Baharı meydana gelir. Arap aleminde meydana gelen devrimlerin ABD ve Avrupa'nın azalan politik, askeri ve ekonomik gücü ile doğrudan bir bağlantısı vardır.
Yani dünya düzeni birbirinden ayrı parçalardan değil tam ve kenetlenmiş bir parçadan meydana gelir. İşte bu: "Yeni Dünya Düzeni"'dir. İslam dünyasında "Uzak Düşman Stratejisi" isimli bu düşüncenin temellerini ilk atan her ne kadar Seyyid Kutub (Yoldaki işaretler, Fizilalil Kur'an ve Gördüğüm Amerika isimli kitaplarıyla) bu düşünceyi ilk olarak pratiğe döken zengin Suud prensi Usame Bin Laden ve Mısırlı zengin bir ailede yetişen başarılı bir cerrah olan Dr Eymen El Zevahiri'dir. Zevahiri bu düşüncesini "Artık köpeklerle savaşmayacağız onların efendileriyle savaşacağız" ifadeleriyle özetlemiştir.
Dünyanın en tehlikeli ve tecrübeli teröristi olarak tanımlanan Zevahiri'nin günümüzde ABD'ye karşı en somut direniş gösteren El Kaide öncülüğündeki Küresel Cihadçılar'ın lideri olduğu bilinmektedir. Taliban ve El Kaide'nin bir zamanlar Sovyetlere karşı CIA tarafından desteklendiği iddialarını tepetaklak eden ve 1980'lerde çekilmiş görüntülerini ilginize sunuyoruz. Görüntüler'de Zevahiri'nin bugün ABD ve Yeni Dünya Düzeni'ne karşı yürüttüğü mücadelenin metodoloji ve stratejisini 30 yıl öncesinden hazırlamaya başladığı ve çatışmanın bir tarafı olarak her zaman istikrarlı bir kişiliğinin olduğu görülüyor.
11 Eylülden sonra ABD'nin aslında İslam dünyasına savaş açtığını ve bunun bir Haçlı savaşı olduğunu iddia eden Ebu Mus'ab El Zerkavi George W. Bush'a seslenmiştir:
Ey Bush! Eğer atalarına biraz nasib olan doğruluktan senin de nasibin olsaydı çıkardın ve herkese açıkça biz bir haçlı savaşı yürütüyoruz derdin"
İslam aleminde devam eden savaşın İslam Medeniyeti ile Batı Medeniyeti arasında dünyayı yönetme ve dizayn etme savaşı olduğu bir çok kişi tarafından savunulmaktadır. Bu görüşün en önemli savunucularından birinin de "Medeniyetler Çatışması" kitabı ile son yıllara damgasını vuran Samuel Hungtington'dur. Ancak 11 Eylül aslında örtülü olarak demokrasi, insan hakları gibi kavramlar ardında yürüyen gizli çatışmanın açıkça yürütülmesini ve herkesin tarafını seçmesini sağlamıştır. 11 Eylül saldırlarından sonra El Kaide lideri Usame Bin Laden yaptığı bir açıklamada herkesi taraf seçmeye davet etmiş ve şunları söylemiştir.
"Ey Allah'ın süvarileri yürüyün! Zira gerçekleşecek olan olay gerçekleşti. Şüphesiz bu savaş imanla küfrün arasını ayıracak bir savaştır. Öyleyse herkes bulunacağı safı şimdiden seçsin"
Batı Kendi Değerlerini Savunuyor
Bu süreçte George W. Bush da savaşın safları ayırması gerektiği fikrini öne sürmüş ve "Her millet tarafını seçsin. Ya bizdensiniz ya da onlardan yanasınız. Bu tercihi yapmak diğer ülkeler için bir tercih değil bir zorunluluktur." sözleriyle İslam dünyasıyla Batı arasındaki savaşın temellerini atmıştır.
Küresel Cihad düşüncesini savunanlar ile Batı arasındaki savaşın temel sebebi dünyanın nasıl yönetileceği sorunsalıdır. İslamcılar, İslami çözümler ve hilafet düzeninin dünya için çözüm olduğunu iddia ederken Batı dünyası da faizli ekonomi, kapitalist düzen, liberal değerler ve demokrasinin en doğru yol olduğunu savunmaktadır. Batı dünyası kendi değerlerini savunmakta ve hilafete engel olmaya çalışmaktadır.
Eymen el Zevahiri bir kaç yıl önce devam edecek savaşın Batı'nın belini kıracak ve eski mağlubiyetlerinden daha büyük bir yenilgi tatmalarını sağlayacak ayırıcı bir savaş olacağını iddia etmiştir.
Temelde Irak, Afganistan, Somali, Yemen, Kuzey Afrika gibi bölgelerde Küresel Cihad düşüncesine karşı yürütülen savaş bir dünya görüşü savaşıdır ve Batı dünyasının asla kaybetmeyi göze alamayacağı bir savaştır. Peki Batı cephesinin lideri ABD'nin yeni bir savaşa girmeye gücü yeter mi? bu sorunun cevabını ABD tabii ki en iyi bilecek kişi ABD Savunma Bakanı Robert Gates'tir.