İslam dünyasını derinden etkileyen trajik olayların sebep-sonuç ilişkisinde turnusol işlevi gören iki temel faktör vardır. Bu iki faktör karşısında sergilenen tavır, turnusolun ta kendisidir:
1- siyonist rejim, bu rejimin güvenliği ve yayılmacı emelleri,
2- Kudüs meselesi ve Filistin halkının işgale karşı direnişi.
Batılılar, İslam dünyasına dönük tüm hamlelerinde Siyonist rejimin bekasını politik ve askeri atılımlarının merkezine alırlar. Bundan dolayıdır ki Siyonist rejim olmadan Batı'nın yıkıcı hamlelerini, Batı'nın yıkıcı hamleleri olmadan da Siyonist rejimi anlamak mümkün değildir.
İslam dünyasında da olması gereken, tüm yıkıcı hamlelerde Batı-siyonist rejim ilişkisinin göz önüne alınarak politik ve askeri önlemler alınması gerekir ki, ancak bu şekilde bir savunma ve yıkıcı hamleleri karşılama mekanizması kurulabilsin.
Bundan hareketle şunu söylemek mümkün;
Batı ve israil, oyunu kurallarına göre oynuyorken; buna karşın İslam dünyasının takındığı siyasal bedevilik, sonucu önceden belli bir müsabaka şekline dönüşüyor ki, sonucu bilinen oyunun ne seyircisinde heyecan oluşur, ne de oyuncu motivasyonundan söz edilebilir.
İlginç bir nokta daha;
Tüm ihtilaf ve çekişmelerine rağmen Batı dünyasının tek ittifak noktasını Siyonist rejim ve bu rejimin güvenliği oluşturmaktadır.
İhtilaf, çekişme ve iç çatışmaların dibine vuran İslam dünyası için de tek ittifak noktası Kudüs'ün özgürlüğü ve Filistin meselesi teşkil etmektedir.
Dolayısıyla iki taraf için de keskin bir karşılaşma cephesi olması gereken israil-Filistin cephesi söz konusudur.
israil üzerinden sergilenen Batı cephesi dimdik ayaktadır, canlıdır, dinamiktir.
Filistin üzerinden ise maalesef sergilenebilen bir İslam/Müslüman saffından bahsetmek mümkün değildir. Saflar dağınık, zihinler dağınık, kalpler paramparçadır.
Hal böyle olunca “Yükselme devrini” yaşayan Batı'nın bu kez tersinden işleyen “Akıncı birliklerinin” içimize sarkan saldırıları tabii ki önlenememektedir.
Demem o ki;
İslam dünyası olarak kendi içimizde cereyan eden her türlü çekişme, çatışma, yıkım, talan ve katliamlar sebep değil sonuçtur.
Sebep bahse konu saldırgan cephedir. Sonuçları görüp sonuçlar üzerinden stratejik roller çalarak sahte perspektifler oluşturmak, çözüm değil kısır döngüye mahkum kalmaktır ve bunun da kaçınılmaz sonucu kendi kanında boğulmaktır. Zaten İslam dünyası olarak belki de son yıllarda becerdiğimiz tek şey kendi kanımızda boğulmayı maharet saymak olmuştur.
Sebepler de, hedefler de açıktır. Siyonist rejim ve yayılmacı emelleri, bu sebebin en belirgin sembolüdür.
Halk olarak, örgüt olarak, cemaat olarak, devlet olarak Siyonizm cephesini yeni “Kurtuluş savaşının” en kritik cephesi olarak gören herkes, İslam dünyasının dostudur.
Bir de tersi bir durum var ki;
İslam dünyasının “asli unsuru” olduğunu iddia edip düşman cephesine zihin, yürek, eleman, petrol, dolar taşıyanlar vardır ki bunların gördüğü en kullanışlı işlev, sonuç olarak beliren Müslümanların dramını sebebe indirgeyerek içerden de safları yarmayı başarabilmeleridir.
İşte en büyük ihanet budur, en büyük ihanetçiler de bu tavrı sergileyenlerdir.
Peki, kimlerdir bunlar diye illaki soracaksanız;
İttifaklarına, politikalarına, söylemlerine, dostlarına ve de düşmanlarına bakmanız yeterli.
Daha da basite indirgersek;
israil dostluğu ile Müslüman dostluğu ateş ile barut gibidir. israil'e dost olan, Müslümana dost olamaz. Müslümana dost olan, israil'e dost olamaz.
İslam/Müslüman dostluğunu israil ile kritik ittifaklarda arayanlara, Beyaz saray'ın “Kuduz köpeklerinin” sadakat testinden geçenlere odaklanmak iyi bir tanı tekniği olsa gerek.