İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlayıp SSCB'nin dağıldığı 1990'lı yılların başına kadar süren ve “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan dönem, “İki kutuplu dünya düzeni” olarak dünya siyasi/askeri literatüründe yer aldı.
İki kutuplu dünya düzeninde tüm mücadele alanları dönemin “İki kutup yıldızı” ABD ve SSCB'nin yürüttüğü politikalar etrafında şekilleniyordu. Dünya siyasetinde söz sahibi olarak sadece iki başkentin sözü geçerliydi; Washington ve Moskova!
SSCB'nin dağılmasından sonra “Amerikan yüzyılı” olarak da adlandırılan yepyeni bir paradigma ortaya çıkıyordu; “Tek kutuplu dünya düzeni!”
Tek kutuplu düzende, iki kutuplu düzenin sağladığı münhasır alanlara ek olarak Amerika, SSCB etki alanındaki merkezlere yönelerek bütüncül bir kontrol mekanizmasının oluşmasına yoğunlaştı. Artık dünyadaki gelişmelerin şekillendiği merkez iki başkent değil, tek başkent olmuştu, o da Washington'du.
Dünyanın farklı bölgelerine yapılan doğrudan müdahalelerin yanı sıra, eski SSCB'nin etki alanlarını kapsayan renkli devrimler, bir yandan Amerikan etki alanının genişletilmesini hedeflerken, diğer yandan da SSCB'nin yeni mirasçısı olmaya aday Rusya'nın kuşatılmasını beraberinde getiriyordu.
Rejim veya iktidar değişiklikleri, kontrollü kaos politikaları ve bunun beraberinde getirdiği bölgesel çatışmalar, aslında her şeyin “Tek kutuplu düzene” göre şekillendirme planlamalarının bariz sonuçları olarak karşımıza çıkmaktaydı.
Ne var ki dünyanın hâkimiyetini tek elden kontrol etmek pek de kolay olmayacaktı. Tek kutupluluğun dünya çapında beraberinde getirdiği dayatmalar, alternatif bir kutbun bulunmayışı nedeniyle boyun eğme eylemiyle sonuçlanmadı. ABD'nin alternatifsizlik nedeniyle boyun eğeceğini düşündüğü birçok ülke, bölgesel işbirliklerine yönelerek “Çok kutuplu” bir sürecin kapısını aralamaya yöneldi.
Dünyanın gidişatının kaç kutba doğru ilerlediğini, aslında yapılan “Küresel/bölgesel tehdit” algılamaları üzerinden şöyle bir tespitini yapmak mümkündür;
İki kutuplu dünyada iki süper güç varken, birbirlerini tehdit olarak görmekten hareketle iki tehdit faktörü söz konusuydu.
Tek kutuplu dünyada ABD olarak tek “Süper güç” vardı, herkesin tehdit algılaması ABD politikaları üzerinden şekillenmeye başladı. Dolayısıyla tehdit faktörü sayısı bire inmeye başladı.
Şu anda ise tehdit algılamaları çok fazla çeşitlenmeye başladı. Tabi bu durum aynı zamanda tek kutupluluğun da sonu demektir. Yapısal sorunlarını kısmen de olsa aşabilen tüm ülkeler, küresel aktörlerin engelleme çabalarına rağmen bölgesel işbirlikleri üzerinden söz sahibi olma yoluna koyulmuş durumdadırlar. Artık tüm stratejik bölgelerin bir tek ortak aktörü yok, birden fazla ve oldukça çeşitlilik gösteren aktör bileşenleri ortaya çıkmaya başladı. Bu durum, çok kutuplu dünya kavramına tekabül ederken, sistem geçişlerinin sancılı olması hasebiyle dünyanın değişik noktalarında belirsizlikler, çatışmalar veya çatışma riskleri, kaos ve rekabetler oluşmaya başladı.
Bunun yanında başka türlü tehdit algılamaları da baş gösterdi ki, bu durum bile artık tek kutupluluğun işlemeye elverişli bir sistem olamayacağını göstermektedir. Mesela siber saldırılar ve sınır tanımayan/baş edilemeyen “küresel terör” dalgalanmalarında yaşanan çaresizlikler gibi.
Kriz bölgeleri hala dünya jeopolitiğinin en önemli yerleridir ve çok kutuplu sisteme geçiş sürecinin tüm sancılarına ev sahipliği yapmaktadırlar. Dolayısıyla yaşanan kaos ve çatışmalar, henüz şekillenmemiş çok kutupluluğun birer yansımasından ibarettir.
Çok kutupluluk serüveni henüz geçiş aşamasındadır. Değişken ve geçişken parametreler oldukça fazladır. Nasıl bir şekillenmeyle son bulacağı kestirilemese de bu alanda bölgesel işbirlikleri en temel faktörler olarak kabul görmektedir.
Tam da bu noktada bölgesel şekillenme karşısında İslam dünyasının içerisinde bulunduğu durum bizler için önem arz etmektedir.
Kriz bölgelerinin çoğunda bölgesel aktörler işbirliği üzerine yoğunlaşırken, İslam dünyasında ise gelecekte söz sahibi olabilecek güçlü ülkelerin bazıları iç sorunlara boğdurulmuş durumdadır. Geride kalanlar ise farklı bir rotaya yönelerek birbirleriyle ölümcül bir rekabete sürüklenmektedirler.
Jeopolitik öneminden hiçbir şey kaybetmeyen Ortadoğu ve burada yer alan Müslüman ülkelerin sürüklendikleri ölümcül rekabet, olası yeni sistemde Müslümanların şansını oldukça zora sokmaktadır.
Mısır, darbeden kalma iç sorunlarla boğuşmaktadır.
Suudi Arabistan, siyasal rüşdünü ispatlayamamış bir aktör olarak hala küresel aktörler ve bölgedeki uzantısından medet ummaktadır.
Türkiye ve İran, ikisini de mecburi kılan işbirliği yerine birbirlerinin sinir uçlarıyla oynamaktadır.
Batı'nın “Küresel tehdit/terör” parantezine aldığı yerel/devletsiz örgütlenmelerin birçoğu İslam dünyasının canına okumaktadır.
Belki de Ortadoğu'nun şu aşamada derin krizlere ev sahipliği yapmasının en büyük sebeplerinden birisi de yeni konseptin gereklerinden olan işbirliği çabaları yerine derin rekabetin esiri olmalarıdır.
Açıkçası durum şunu göstermektedir;
Bölgesel işbirliklerine dayalı yeni şekillenme çabalarında dönemin gereklerini yerine getirmemede ısrar ederse, İslam dünyası çok kutupluluk döneminin de en büyük mağlubu olmaya devam edecektir.
Tıpkı tek ve çift kutuplu dönemde yaşadığı derin mağlubiyetler gibi.