Müçtehitlerin Dereceleri:
İçtihada muktedir olan fakihlere müçtehit denir. Müçtehitler içtihat kudretlerine göre üç derecede anılırlar.
1.Mutlak Müçtehitler: Usul ve bütün şer’i meselelerde mutlak içtihat kudreti olan müçtehitlerdir. Mutlak müçtehit, usulde ve füru’da –zaruri hallerin dışında başkasını taklit etmez ve taklidi caiz olmaz. Bu sınıfta olan müçtehitlere şeriatta müçtehitler de denir.
Ashabı Kiram’dan, Tabiun’dan ve Tebei Tabiun’dan yüzlerce mutlak müçtehitler yetişmiştir. Her müçtehit aynı zamanda bir mezhep imamı demektir. Bütün mutlak müçtehitlerin tabi’leri günümüzde bulunmadığından birçok müçtehit imam’ın mezhepleri (fıkhi usul ve fetvaları) bugün bilinmemektedir. Ancak dört mezhep diye meşhur olan (Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbelî) mezheplerle birlikte Hasanı Basri, Davudu Zahiri, İmamı Evzai, Süfyanı Sevri, Muhammed Bakır, İmamı Zeyd, Muhammed b. Cerir et Taberi ve Leys b. Saad gibi zevatın el-ân tabileri az da olsa bunlardan ancak ilim ehli haberdardır. Bu nedenle halk arasında “dört hak mezhep” şeklindeki tabirler yanlıştır. Zira diğer hak mezheplere haksızlık yapılmış olur ki bu durum bir vebali doğurur.
Sahabei Kiram ve mutlak müçtehitler arasındaki ihtilafların tamamı İslam’ın esasından değil fer’i meselelerinden yani içtihat farklılığından meydana gelmiştir. Allah Resulünün “İçtihat ile hükmeden kadı isabet ederse iki sevap, hata ederse bir sevap alır”[1] diye buyurduğu hadisi şerifini özellikle dikkate alarak Selefi Salihin, Sahabei Kiram ve müçtehit Ulema hakkında sui zan ve kıyl u kaldan sakınmak hıfzı edep ve ebedi selamet icabıdır. Zira İslam Uleması “Selefe açıkça küfür ve ta’n eden kimselerin şahitlikleri kabul edilmez” Selef; sahabei güzin ve müçtehit ulemadır. Çünkü bu fiiller (selefe küfür ve ta’n) o kimselerin akıllarının ve mürüvvetlerinin noksanlığını gösterir. Böyle bir vebalden kaçınmayan kimse yalan söylemekten de çekinmez”[2] diyerek önemli bir uyarıda bulunmuşlardır.
Sevaplarının zayi olmasından ve günaha girmekten sakınan her aklı selim sahibi Müslüman Selefi Salihin ve müçtehit ulemayı hayırla yâd edip hüsnü zan beslemekten başka bir yolu takip edemez.
2.Mezhepte Müçtehitler: Fıkıh usulünde ve genel içtihatta mutlak müçtehidin usulünü taklit edip, mezhep içi meselelerde müstakil olarak içtihat eden ulemanın dâhil olduğu sınıftır. Bunlara müçtehit fil mezhep denilmektedir. Mezhepte müçtehitler, “Usulü Fıkıhta (mutlak müçtehide) bağımlı, Fer’i meselelerde mutlak müçtehide muhalefet edebilen”[3] kimselerdir. Mesela Hanefi mezhebinde mutlak müçtehit İmamı Azam Ebu Hanife (Nu’man b. Sabit) dir. İmamı Ebu Yusuf, İmamı Muhammed, İmamı Zufer ve İmamı Hasan gibi Ulemalar İmamı Azam’ın Fıkıh Usulünü takip edip taklit ettikleri halde bazı meselelerde İmamı Azam’a muhalefet ederler. Şafii mezhebinde İmamı Nevevi ve İmamı Gazali gibi zevat da bu sınıftadırlar.
3.Meselede Müçtehitler: Usul ve füru’da mutlak müçtehidi taklit edip asla muhalefet edemedikleri halde mutlak müçtehitten kat’i bir hüküm nakledilmeyen meselelerde içtihat yapan ulemadır. Bunlara müçtehit fil mesail denir.
Hanefi mezhebine mensup olan İ. Tahavi, Allame Hülvani, İ. Serahsi, M. Pezdevi ve Kadıhan gibi âlimler bu sınıftandır.
Müçtehit Olmayan Fakih(âlim)ler:
İçtihada ehliyeti ve iktidarı olmayan fukaha dört derecede tasnif olunmuştur.
a.Ashabı Tahriç: Müçtehidin şer’i konularda takip ettiği usulü bilip, kaynaklara vakıf olarak mücmel, müphem ve kinayeli kavilleri çok iyi bildiklerinden mukayese ederek kendi reylerine göre izah ederler; ancak içtihat edemezler. “Fahruddini Razi bu tabakadandır. Mukallitlerin en üst sınıfı budur.”[4]
b.Ashabı Tercih: Farklı rivayetler arasında daha üstün ve sahih olanını seçebilen fukahadır. “Bu daha evladır” gibi hükümler arasındaki tercihi yapabilirler. İmamı Merginani ve Kuduri gibi zevat bu sınıftadır.
c.Ashabı temyiz: Zahir ve nadir, kuvvetli ve zayıf rivayetleri ayırabilip, merdut ve zayıf kavilleri nakletmezler. “Müteehhirin ulemadan Kenz, Muhtar ve Vikaye sahipleri bu sınıfa dâhildir.”[5]
d.Mukallidi Mahz: Fıkıh kitaplarını araştırıp tetkik etmekle beraber kuvvetli ile zayıf rivayetleri birbirinden ayırt edemeyen fakihler de bu sınıftadırlar. Hanefi Ulemasından İbni Abidin, Alâeddini Haskafi gibi fakihler içtihada muktedir olmadıklarını, dolayısıyla taklit ehli olduklarını bizzat itiraf ediyorlar. Böyle bir kariyere sahip olan meşhur fakihler kendilerini içtihada muktedir görmedikleri halde bizlerin daha çok haddimizi bilmemiz lazım.
Bir müçtehidin vefatından sonra da içtihadı geçerli olup taklit edilir ve onun kavliyle fetva verilir. Bu hususta İslam Uleması “Bir müçtehit vefat ettikten sonra da taklit olunur. Onun kavliyle fetva verilebilir, bu hususta icma vardır”[6] hükmünü beyan etmişlerdir. “Bir müçtehidin başkasını taklit etmesi caiz değildir. Müçtehit olmayan bir Müslüman’ın da müçtehidi taklit etmesi vaciptir” görüşünde İslam Uleması müttefiktir.
İÇTİHAT KAPISI
Genel olarak içtihat, müstakil mezhepte içtihat ve mezhep içi içtihat olmak üzere ikiye ayrılır. Mezhep içi içtihat, ‘içtihat fil mezhep’ ve ‘içtihat fil mesele’ diye iki kısımdır ki bu her iki içtihat kapısı ehli bulunduğu müddetçe ila yevmil kıyame açıktır; ancak mutlak içtihat kapısı hususunda bunu söylemek mümkün değildir. Akli selim ve insaf sahibi her mümin ve muttaki âlim bu hakikati idrak eder.
Kur’anı Kerimde “Onlara, güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayarlar; halbuki o haberi peygambere veya kendilerinden yetki sahibi olanlara götürselerdi, onlardan işin içyüzünü anlayanlar onu bilirdi. Eğer size Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız bir yana şeytana uyardınız”[7] diye buyrulmaktadır.
Ayeti Kerimede zikrolunan “yestenbitunehu ” (işin iç yüzünü anlayanlar) kelimesi ile ondan hüküm çıkarıp anlamak hususunun Peygambere ve emir sahiplerine havale edilmesi zımnen emredilmiştir. “Ulul emr” emir sahiplerinden maksadın, İslam ahkâmının icrasında ilmi ve siyasi otoriteye sahip olan yetkili ve muktedir zevattır. Bu kuralın dışına çıkılmasının, şeytana uymak olduğu dolaylı olarak beyan buyrulmaktadır.
Şüphesiz ki içtihat kapısının açık veya kapalı olması bazı zorunluluklardan kaynaklandığı bir hakikattir; ancak zaruriyetler tabii ve meşru sebeplerle hâsıl olurlarsa mahzurların (haramların) mubah oluşunda amil olurlar. Gayrı meşru sebeplerden doğan zaruretler haramı helale dönüştürmezler. Beşeri sistemlerin veya batıl sistemlerin mefsedetleri sonucu toplumsal etkileşim ve değişim akımlarının anaforuna maruz kalmak zarûriyet olmadığı gibi, o istikamette din adına mutlak içtihat konusunda bir çığır açmaya çalışmak İslam’a yapılacak en büyük kötülük olur; çünkü mutlak içtihat (mezhep) toplumsal bir yol (çığır) dur. Mezhep oluşumları (mutlak) içtihat kapısının açılması için birçok önemli etkenin beraber vücut bulması şarttır. Bu etkenlerin en önemlilerinden bazılarını belirterek konuyu özetlemek durumundayız.
1.Gaye: İçtihatta bir kapı açmanın maksadı önemlidir. İslam ahkâmının kaynakları ve delilleri, ümmetin içtimai hayatı için çözülmesi zorunlu hale gelen problemlerin çoğalması, İslami hayatın daha iyi yaşanabilmesi için kapalı olan hükümleri açığa kavuşturmak maksadına matuf ise İslam’ın sarih ahkâmının fert ve toplum üzerinde uygulanıyor olması lazımdır. Aksi halde tahakküm etmekte olan beşeri sistemlere İslam ahkâmını uydurma gayretleri veya felsefi hastalıklara tutulmuş olan çevrelerin sırf dünyaya bakan akıl penceresinden İslam ahkâmını tanzime yönelmek gibi haller veya ihtilafların çokluğunu ilanla tefrikaya sebebiyet verme keyfiyetleri İslam’a ihanettir.
Gayenin sıhhat bulması ve içtihadın makbul ve muteber olması için aşağıdaki şartların beraber bulunması gerekir. Bunlar:
a) İllet b) Maslahat c) Hikmettir.
Şer’i hükümlerde öncelikli maksat insanlığın ahiret saadetinin temin edilmesidir. Dünya hayatının saadeti ikinci planda gelir. Ahiret saadetine müteallik yönü hikmettir ki bu hikmetin akıl ile tayini beşer için mümkün değildir. İllet, hükmün varlığının sebebidir ve dünyevi yönüdür. Maslahat ise toplumsal ıslah için bir ihtiyaçtır. Maslahat ve hikmete dayanmayan, sırf illetin mevcudiyetiyle yapılacak olan içtihat şer’i olamaz. İçtihat kapalı olan şer’i bir hükmün vuzuha kavuşturulması hasebiyle şer’i hüküm olduğundan şer’i sıhhati olmayan bir hükmün din namına ortaya konulmaya çalışılması İslam’a yönelen bir cinayet olur; çünkü böyle bir içtihat kapısının açılması İslam’ın ruhuna ve gayesine uygun olmaz.
2.Zamanın uygunluğu: İslam fıkhının ve içtihadının hedefi, şer’i hükümleri yaşayan bir toplumun, ilerleyen zaman içerisinde meydana gelen ferdi ve içtimai problemleri yine şer’i kaynakların ışığında hal etmektir. İslam’ın mevcut sarih ahkâmının toplumsal olarak yaşanamadığı bir zamanda içtihat kapısını açmaya çalışmak, şer güçlerin tahakkümünün altında İslam’ın muazzez değerlerini eleştiriye açmak olur. Böyle bir durumda maslahat değil, mefsedet meydana gelmiş olur ki, buna vesile olanlar İslam’a ihanet etmiş olurlar.
Ecnebilerin istilaları altında iken içtihat kapısının açılmasının doğuracağı halin sonuçları hususunda Said Nursi (ra) altı tane engelin olduğunu sayarak birincisini şöyle izah ediyor: “ Nasıl ki kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi sed edilir. Yeni kapılar açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değildir. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda tamir için duvarlarda delikler açmak ğark olmağa vesiledir. Öyle de şu münkerat zamanında ve adat-ı ecanibin istilası anında ve bid’atlerin kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengâmında içtihat namıyla kâr-ı İslamiyet’ten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak İslamiyet’e cinayettir.”[8]
3.İhtiyaç ve rağbetin olması: İslam fıkhı İslam ahkâmını yaşayan bir toplumla hayat bulur. Yaşanmayan bir fıkıh ihtiyaç değildir. Pratikte ümmetin toplumsal hayatına hükmeden sırf teoride kalıp rafa kalkacak olan kitapları doldurmak için içtihat etmek ve içtihat kapısını açmak abesle iştiğaldır. Şüphesiz her zaman fıkha ihtiyaç vardır; ancak bu ihtiyaç İslam ahkâmını yaşamak içindir. Sadece konuşmak ve yazmak için değildir.
İnsanlık tarihi boyunca şeriatlarda tecdit olmuştur. Şeriatlarda tecdit salahiyeti ancak Allah (cc)’a aittir. Şeriatlar beşerin ihtiyacına göre teceddüt etmiştir. Tıpkı dört mevsimin bir seneyi oluşturmasına benzer. Her mevsimin giyim, kuşam, yiyecek, içecek, zahire ve ev ihtiyaçları farklıdır. Sanki Suhuf ilkbahar, Tevrat yaz, Zebur sonbahar, İncil’de insanlığın kış mevsiminin ihtiyaçlarını karşılarken, Kur’an’ı Kerim ise bütün mevsimlere ait ihtiyaçları karşılayan şer’i ahkâmı muhtevidir. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerim bütün Suhuf’un, Tevrat’ın, İncil’in ve Zebur’un da ahkâmını cami’dir. Bundan sonra başka şeriata ihtiyaç yoktur. Ancak İslam Ümmetinin kıyamete kadar yeryüzündeki hayatını idame ettirirken karşılaşacağı meselelerin çözümü yine İslam Şeriatında mestur olan hükmün erbabınca (müçtehitlerce) vuzuha kavuşturulması ile hal olacaktır. Konunun başında zikrettiğimiz ayet-i kerime bu hakikate işaret etmektedir.
Henüz tabiin döneminde meydana gelen ihtiyaca, o dönemde başlayan mezhep oluşumları büyük ölçüde cevap vermişlerdir. Elan o hak mezheplerin çözümleri geçerlidir. İhtiyacın giremeyeceği zarurat-ı diniye dahi günümüzde içtimai olarak yaşanamazken Selefin halisane efkârları bütün zamanları kapsayacak kadar geniş olduğu halde onları bırakıp yeni içtihat kapısını böyle bir zamanda aralamaya çalışmak heva ve hevese tabi olmaktır, bidattir ve hıyanettir.
Ayrıca İslami ilimler, sahabe-i Kiram ve Tabiin devrinde hayat nizamı ve onunla fert ve toplumun amel etmesi için rağbet ediliyor ve öğreniliyordu. Şu zamanda ise beşeri sistemlerin tahakkümü ve felsefenin çığırtkanlık ve enaniyet dürtüleri ile genelde cerbeze konumunda ele alınıyor. Bu keyfiyet de ihlâslı bir amaçtan ziyade riyanın etkisinde kalarak hikmetten ve maslahattan uzak bulunmaktadır. Böyle bir keyfiyet de içtihada münafidir.
Allah’ın izni ile gelecek sayımızda devam ederiz. Tüm kardeşlerimin Ramazan-ı Şeriflerini tebrik eder, hayır dualarını bekleriz.
İnzar Dergisi
[1] İ.Şafii Er – Risale s: 494
[2] M. Hüsrev Dürerül Hükkam c: 2 s:381
[3] İ. Abidin Şerhu Ukudi s: 11
[4] Y. Kerimoğlu Emanet ve Ehliyet s: 54
[5] Y. Kerimoğlu Emanet ve Ehliyet s: 54
[6] Ö. N. Bilmen H. İslamiye – İstilahatı fıkıh c: 8 s: 264
[7] Nisa; 83
[8] Said-i Nursi Sözler, 27 Söz