İslamofobinin bir anda Batı'nın gündemine gelmesi bir tehdit algısının sonucu muydu? 'Her şey 11 Eylül saldırısından sonra başladı' diyen bir politik analtının ne kadar inandırıcılığı vardır? 'Batı'nın genlerinde var olan bir İslam düşmanlığının tezahürü' şeklindeki yaklaşımın da çok genel bir ezberin tekrarı olduğunda şüphe yok.
Ne var ki, 11 Eylül saldırısı sonrası oluşturulan psikolojik atmosferin İslamofobiyi körüklediğini, yaygınlaştırdığını, küresel hegemonik güçlerin işgal ve yağmalarını meşrulaştırıcı, ikna edici bir işlev gördüğünü de tekrarlamaya gerek yok.
Sokaktaki insanın 'İslam korkusu' algısını özetlemesi bakımından İngiliz asıllı ünlü bilim adamı Hamid Algar'ın, 11 Eylül'ün hemen sonrasında, başından geçen olay çarpıcıdır. Amerika'nın Berkeley şehrinde bindiği taksinin, başında sarığı ve sakalı ile bir Sih olan şoförü beyaz müşterisine hemen bir açıklama yapmak ihtiyacı duyar: 'Endişelenmenize gerek yok, ben Müslüman değilim!' Bunun üzerine Hamid Algar'ın verdiği cevap da hayli şıktır: 'Endişelenmenize gerek yok, ben bir Müslümanım!'
Asyalı, farklı dinden bir taksi şoförünü bile Müslüman olmamakla bu korkunun hedefi haline gelmekten kurtaran şey nedir? Evet, Batı'da sistematik olarak üretilen, medya üzerinden yaygınlaştırılan, içselleştirilen İslamofobinin kendisi; her türlü dışlamayı, ötekileştirmeyi, saldırıyı ve ambargolar, işgallerle on binlerce çocuğun katlinin görmezden gelinmesini meşrulaştıracak başka bir psikolojik algı söz konusu. 'İslam korkusu' adıyla yaygınlaştırılan ve yaygınlaştıkça küresel stratejilerin her türden işgal ve kıyımını meşrulaştıran toplumsal algı, aslında 'İslam korkusu' değil.
Belki Batı'nın kültürel olarak derinlerinde yatan duygunun 'İslam korkusu' olarak formüle edilen ama muhtevasında daha çok nefret taşıyan bir 'İslam nefreti'nden söz edilebilir. Daha doğrusu 11 Eylül'den itibaren sistemli bir medya kampanyasına dönüşen algının temel karakteri nefrettir. Korkunun toplum psikolojisindeki yeri ve tezahürleri; İslam nefreti ile açığa çıkan tepkileri ve buna dayalı politikaların sonuçlarını açıklamaya yetmiyor.
Siyaset yapımcılar ve bunun medyatik uzantıları İslamofobinin içeriğini nefrete dönüştürücü bir algının oluşmasına yarayan, var olan nefreti daha da pekiştirecek politik, sosyal argümanları ustaca işlediler. Bu nefret söyleminin kalıcılaşmasının uzun süreli stratejik bir vizyonun gereği olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor.
Bu algının 11 Eylül sonrası Amerikan stratejisinde ne kadar işlevsel kılındığının acı tecrübelerini gördük. Benzer şekilde Afrika'daki büyük hesaplaşmada da bunun kullanılacağının işaretleri belirmeye başladı.
İslamofobinin İslam nefretine dönüşmesine malzeme sunan bol miktarda unsurun medyatikleştirilerek İslam ümmetini temsil eden belirleyici aktörler gibi muamele görüyor olmaları da boşuna değil. Dünyanın en fakir ülkesi Afganistan'ı bombalamanın, işgal etmenin gerekçesi nasıl ki salt korku psikolojisi ile açıklanamaz ise Afrika'nın ortasında Mali'de de birkaç bin Fransız askeriyle üstesinden gelinmeye çalışılan operasyonu harekete geçiren tehdit algısının da korkudan beslendiği söylenemez.
Benzer biçimde, Arap baharı denilen süreci sürekli kontrol altında tutan, halkın taleplerinin siyasete taşınma iradesini rehin alan, Batı'nın çifte standartlı davranmayı göze alma pahasına devreye girdiği küresel müdahaleleri besleyen algı da korkudan çok nefret duygusu…
Suriye'de 70 bin insanın hayatına mâl olan ve daha kaç binlerin ekleneceğini bilmediğimiz, siyasal dizayndan emin olmaları için katliam katsayısına hala ulaşılmadığı anlaşılan kirli oyunları meşrulaştıran duygu... İslam adına tüm talepleri karikatürize ederek tüm Müslümanların geleceğini rehin alan çıkışları asli özellik gibi takdim eden bir tehdit ve nefret algısının bilinçli, sistematik örgütlendiği stratejik bir dil gelişiyor. Avrupa'nın başkentlerinden Afrika'nın çöllerine uygulamaya konulan bir nefret söylemi…
yenisafak.com.tr/yazarlar/AkifEmre/islam-korkusu-mu-nefreti-mi-/36394