İttihad-ı İslam fikriyatından bu yana “İslamcılık”, uluslararası güçlerin hedef tahtasında. Bu akımı temsil etmek hâlâ sorunlarla yüzleşmek anlamına geliyor. Acaba o güçler, sadece İslamcılığa mı karşı?”
Hira’daki “Hayırlı Gece” den bu yana İslam, her darlık sürecinde birey ve toplum için en sağlam “kurtuluş reçetesi” olarak öne çıktı. Rahat günlerin gafletinden darlıkla, zorbalıkla karşılaşınca uyanan insan, elini İslam’a uzattı; ona tutunarak kurtuluşa erdi.
Dünya yeni bir sürece girerken İslam, yeniden gündemin tepe noktasını teşkil ediyor. Bu çerçevede “İslamcılık” kavramı bir kez daha tartışılıyor.
Gündemdeki İslamcılık tartışması, pek çok ayrıntının yanında ağır bir öneri içeriyor. Türkiye’de Amerikan yanlısı çevrelerce dillendirilen bu önerinin özü ABD Başkanı Obama’nın göreve başlamasından sonraki Mısır konuşmasına dayanıyor. ABD’nin öncülüğündeki uluslararası güçler, kendileriyle çalışan çevrelerin dilinden “İslamcı olmayın, Müslüman ahlâklı fertler olun, kabul görürsünüz” diyorlar.
Bu yazıda uluslararası güçlerin bu önerisindeki samimiyeti irdelenecektir.
İSLAMCILIK NEDİR?
“İslamcılık” kavramı, yanlış çağrışımlara yol açan ekler barındırdığından İslami kimliğe sahip olanlarca sevimli bulunmuyor. Onun sevimli bulunmamasının diğer bir nedeni adlandırmanın dışarıdan yapılmasıdır.
“İslamcılık” adlandırması, Rus göçmeni Yusuf Akçura’nın geçen yüzyılın başında kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset: Türkçülük-İslamcılık-Osmanlıcılık” makalesine dayanıyor. Bu dayatmadan önce İslamcılık yerine “İttihad-ı İslam” kavramı kullanılıyordu. Dolayısıyla İttihad-ı İslam fikriyatının tarifi, İslamcılığın da tarifi olur.
İttihad-ı İslam fikriyatının ana çağrısı şuydu: Her dünya Müslümana ait olduğu toplum üzerinde odaklanıp kollarını İslam dünyasının her karışına, dünyadaki her Müslüman ferde uzatmalı. Kurtuluşumuz ancak ait olduğumuz toplumu güçlendirerek ümmeti güçlendirmekle mümkündür.
İttihad-ı İslam, Batı’nın fiziki ve kültürel işgaline karşı İslam dünyasının bir bütün olarak siyasi, ekonomik ve ahlaki kurtuluşunu ifade ediyor.
İttihad-ı İslam’ın bir kanadı bağımsızlık ve özgürlük (istiklal ve hürriyet); diğer kanadı birliktir (vahdettir). İkisi bir arada olmadan İttihad-ı İslam’dan söz edilemez.
İttihad-ı İslam’ın dış düşmanı, fiziki ve ahlaki işgal peşinde olan uluslararası güçlerdir. İç karşıtları ise uluslararası güçlerle siyasi ve ahlaki işbirliği yapan kesimin yanında milliyetçiler ve mezhep taassupçularıdır.
Milliyet veya mezhep anlamında kendi toplumunu üste çıkarıp İslam dünyasını alta düşürmek isteyenler İttihad-ı İslam içinde yer alamaz; öte yandan kendi toplumlarının sosyal, siyasi ve ekonomik sorunlarını ihmal edenler, ümmetin bir birimini dış güçlerin sosyal, siyasi ve ekonomik müdahalelerine açtıklarından İttihad-ı İslam’a hizmet etmez.
Kavram değişikliği, öz değişikliği gerektirmez. Nitekim emperyalist güçler, geçmişte İttihad-ı İslam’a karşı hangi tutumu takındıysa bugün İslamcılığa karşı da aynı tavrı takınıyor.
İslamcılık, iç ve dış sorunlara karşı çözümü İslam’da aramaktır. Emperyalist güçlere bağlı çalışanlar İslamcı olamaz. Faşistler, içeride hangi hükümleri uygularsa uygulasın İslamcı olamaz. Mezhep taasupçuluğuna sapanlar İslamcılığa hizmet edemez.
Bir yandan ait olduğu toplumdan kopmamak, öte yandan dünya Müslümanları ile bütünleşmek… Batı, bu bütünlükte bir enerji gördü ve o enerjiden ürktü. 20 yüzyılda İslamcılığı, düşman sınıfına aldı. Peki, uluslararası güçler sadece “İslamcı İslam”dan mı ürküyor? Sadece ona karşı mı tedbir öneriyor? Gerisini hoş mu görüyor?
TARTIŞMA HÜKÜMET EKSENLİ YAPILIYOR
Türkiye’de son dönemde İslamcılık tartışması, daha çok hükümet politikaları etrafında şekilleniyor. Dikkatli bir gözlemci, tartışmanın şu üç aşamayı izlediğini görecektir:
1- Hükümet, 2002’de başlayan ilk döneminde dış basın tarafından “İslamist” diye etiketlendi. Ak Parti yöneticileri, dış güçlerin Türkiye’deki etkinliğinin halkın seçim gücünden daha etkili olduğu gerçeğiyle bu etiketlenmeden huzursuz oldu. Parti, kendisini “Muhafazakâr Demokrat” olarak ilan etti.
Muhafazakârlık, maddenin gaz hâli gibidir, şekilsizliktir, kimliksizliktir. “Ben, muhafazakârım” demekle “kimliksizim” demek arasında (dünya gerçeği açısından) bir fark yoktur. Nitekim partinin kurucu üyelerinden İsmail Şafi, “Türkiye’de Muhafazakâr Siyaset” adlı kitabında bu gerçeği “Ak Parti, Muhafazakâr Demokrat kişiliğiyle ne olduğunu değil, ne olmadığını beyan etmektedir” tespitiyle ifade etmektedir. 1
2- Hükümetin Ergenekon’u bastırıp geniş kitlelerce alkışlanan bir dış politika izlemeye başladığı (Mavi Marmara ile doruğa çıkan süreçte) hükümetin Türkiye’nin eksenini kaydırdığı iddiası gündeme getirildi. İddianın iç ve dış sahipleri, “Hükümet, Türkiye’yi Batı’nın menfaat ekseninden çıkarıp İslam dünyası odaklı bir siyasete taşıyor” diyorlardı ve bunu hükümetin önde gelen işlerinin İslamcı kökleriyle ilişkilendiriyorlardı.
Hükümet, daha önce Davutoğlu’nun tezi üzerine Balkanlar, Orta Asya, Pakistan ve Afganistan’da NATO üyesi olarak hareket etmeye razı oluyor; bu taviz karşılığında kendisinin İran’dan Fas’a uzanan çizgide NATO’nun müdahale gücünden muaf tutulmasını istiyordu.
“Eksen kayması tehdidi”, hükümeti Malatya’ya NATO füze rampalarının kurulması ve Libya vakasından başlayarak “mutlak işbirliği” sürecine döndürdü.
“Emperyalist güçlerin her dediğini yapmamak”, Müslüman kamuoyunda hükümet için büyük bir meşruiyet kaynağıdır. “Mutlak işbirliği” hükümete, kendisine dışarıya karşı sağlama alma olasılığı tanırken onu içeride zeminsiz bırakma tehlikesi doğurdu. Hükümet, dışarıda verdiği tavizin sağladığı rahatlama ortamında içeride Batılıların “İslamizasyon” dediği “toplumu dindarlaştırma” sürecine girmeyi mümkün gördü.
Hükümet, dışarıda uluslararası güçleri kendisine muhtaç bıraktığı için onların içerideki kısmi değişime rıza göstereceğini düşünüyor.
3- Bu son süreçte, belki gürültü koparıp dışarıya duyurma adına İstanbul Şehir Tiyatrolarındaki kimi isimsel değişimlerle başlayan bir dizi girişim başlatıldı.
Dindarlaşma (İslamizasyon) için bir devrim niteliğinde olan bir adım atılarak İmam Hatip Liselerinin orta kısımları açıldı. Kur’an-ı Kerim ve Siyer, okullara seçmeli ders olarak kondu.
Son İslamcılık tartışmaları, bu uygulamalarla ilişkili olarak başladı. 2 Tartışmayı başlatanlardan bir kesim, hükümeti “İslamcı” diye etiketleyebilirse onu dış destekten yoksun bırakarak devirebileceğini düşünüyor. Bunlar, şundan eminler: Amerika, geçmişte İngiliz Krallığı’nın İttihad-ı İslam’a karşı çıkma geleneğini devralarak İttihad-ı İslam’ın devamı olan İslamcılığa (Siyasal İslam’a) karşı çıkarken Suudi’den Pakistan’a uzanan bir çizgide “Amerikancı İslam’a razıydı. (Yani) ‘dış bağımlılık” tavizi karşılığında içeride dindarlığı korumayı görmezlikten geliyordu. Bugün siyaset arenasında “İslam” odaklı hiçbir duruşa “sürekli olarak” razı değil. O, sadece “Müslüman ahlâklı bireyleri” hoş karşılayabilir. Beyaz Saray’da çalışan “İslamcı olmayan Müslüman ahlâklı” bir fert düşünün… Amerika, onun İslam dünyasında işgali hoş gören ve sadece vazifesini dürüstçe yerine getirmek olarak gönülden dışarıya yansıyan dindarlığını neden sevmesin ki?
Acaba gerçek bunların gördüğü gibi midir? Amerika, Sovyetlerin yıkılmasından sonra İslam’ın siyaset arenasındaki her türüne asla “süreklilik içinde” rıza göstermezken “Müslüman ahlâklı birey” projelerine rıza gösteriyor mu?
İşte bu soruya cevap veren, sonuncusu Türkçeye çevrilmemiş, ilk ikisi ise Sovyetlerin yıkılmasından sonraki tavır belirleme sürecinde Türkçeye çevrilmiş üç rapor…
EMPERYALİSTLER İSLAM’IN HİÇBİR GÖRÜNÜMÜNE RAZI DEĞİL
Raporların ilki, “Türkiye’de Aşırı Akımlar” diye bir eseri de bulunan israilli siyonist Jacob M. Landau, tarafından “Pan-İslamizm” Politikaları” adı altında hazırlanmış. Kitap boyunca tasavvuf hareketlerinin İttihad-ı İslam içindeki yerine değinen yazar, raporun sonuç bölümünde açık bir dille Pan-İslamizm (İttihad-ı İslam-İslamcılık) Batı için büyük bir tehdittir, diyor ve İslamcılığın oluşma zemini olarak İslamizasyon dediği toplumsal dindarlaşmayı gösteriyor. Uluslararası güçleri, Müslümanların dindarlaşmasına karşı tedbir almaya çağırıyor.
İkincisi, 1992’de R. Hrair Dökmeciyan(deukmejian) adlı Arapça konuşan bir Hıristiyan tarafından “Arap Dünyasında Köktencilik” adı altında, ABD Savunma Bakanlığına bağlı Savunma İstihbarat Birimi için hazırlanmış:
Yazar, bu raporda İslami hareketleri “Pasif Köktencilik” ve “Aktif Köktencilik” başlıkları altında sınıflandırdıktan sonra bunları ayırt etmenin kolay olmadığını söylüyor ve tezinin odağına İhvan-ı Müslimin’i yerleştiriyor. Raporcu, özetle şunları söylüyor: İhvan-ı Müslimin, “ılımlı” bir hareket sayılır. Ama Mısır’da Tekfir El Hicre ve Halid İslamboli’nin mensubu oludğu El Cihad gibi hareketlerin hepsinin öncüleri İhvan kökenlidir. İhvan’ın kurucusu Hasan El Benna ise pek çok benzeri gibi (en ılımlı kesimi teşkil eden) tasavvuf dergâhlarında yetişti. Dökmeciyan’ın fikir özeti, onun bakış açısının resmini çiziyor: Dökmeciyan, nihayetinde Halid İslamboli gibi bir militanı yetiştiren yapı, bir tasavvuf dergâhında yetişen bir önderin önderliğinde kurulan bir yapıdan çıktı, diyor. Mısır ordusunda günlük ibadetlere izin verilmesini ima yoluyla hedefe koyan raporcu, siyonist Landau ile aynı noktada buluşarak “En pasif dindarlık, en radikal dindarlığı doğuruyor” tezine varıyor ve dolayısıyla uluslararası güçleri İslam dünyasındaki bütün dindarlaşma çabalarıyla mücadeleye çağırıyor.
Üçüncü rapor, 2009’da Amerikalı Profesör Susmit Kumar tarafından “Modernization of İslam (İslam’ın Modernizasyonu)” başlığı altında yine Amerikan kurumları için hazırlanmış. 3
Bu raporcu da diğer iki raporcuyla söz birliği içinde “Dindarlığın en pasif türü bile diğer türlere beşiklik ediyor” anlayışıyla hareket ediyor. İslam toplumlarının dinden uzaklaşmadan Batı uygarlığı için idare edilebilir bir zeminde olmayacağını belirtip tedbirler üzerine yoğunlaşıyor. Batı’nın tarih boyunca uyguladığı “Baskıcı önlemler” ve “Tavizci Önlemler”e ilgi duymayan raporcu (Arnavutluk ve Azerbaycan türü) alternatif arayışına giriyor. İslam dünyasında,
1- Cinsel serbestliğin teşvik edilmesini
2- Ateist grupların ve uygun sol yapılanmaların teşvik edilmesini öneriyor.
Vaka, hem teorik hem de pratik olarak ortada. “Dürüstlük” gibi bugün zor bulunur hususlarda bütün dinlerin neredeyse aynı bakışa sahip olduğu biliniyor. Söz konusu olan dürüstlükse ABD, niye “Müslüman ahlâklı bireyleri” tercih etsin ki? Beyaz Saray’a çalışan arıyorsa “Hıristiyan ahlaklı bireyleri” neden “Müslüman ahlâklı bireylere” tercih etmesin? Ya da İslamcı olma potansiyeli riskine karşı neden modern çağın olağanüstü gözetleme-teftiş yöntemleriyle dürüstlüğe mahkum edilmiş dinsiz bireyleri çalıştırmasın?
Müslümanların en sıradan dindarlığının bile en radikal İslam’ı doğurabileceği tezini öne sürenler için bu, daha akıllıca bir yol değil mi?
Amerika’nın rızası için “İslamcılığa Hayır? Müslüman ahlâklı bireye evet!” diyenler; uluslararası güçlerin kendilerine yönelik “tavizci önlemlerinin” sürekli olmadığını bilmek durumundalar.
Çünkü görüldüğü üzere uluslararası güçlerin hedefinde sadece kasıtla afişe edilen gruplar değil, bütün görünümleriyle İslam’ın kendisi vardır.
Dipnotlar:
1 Bu konuda 2009’da bu sayfada yayımlanan “Muhafazakârlaşmak kimliksizleşmek mi?” Makalesine bakabilirsiniz.
2 “İslamcılık” dünya gerçeğinde hâlâ siyasi katılımın önünde bir engel olarak görüldüğünden bu tür süreçlerin hepsinde hükümet karşıtları hükümeti, “İslamcı” olarak tanıtırken hükümete yakın ama dışarıya açık kimi yazarlar hükümetin uygulamalarının “İslamcılık” içinde değerlendirilemeyeceğini ispatlamaya çalışıyor. Tartışmanın dışarıya açık tarafının hangi terimlerle yapıldığını anlamak için Today’s Zaman’da İhsan Yılmaz tarafından kaleme alınan “AKP: A Relıgıous Kemalist Party?” yazısı önemli bir örneklik oluşturuyor.
3 Bu raporla ilgili bu sayfada 2009’da yayımlanan “Amerika’nın Müslümanları Dinsizleştirme Projesi” makalesine bakabilirsiniz.