İslamcılık tartışması ve Malatya/Ayhan Yıldırım

Tarih ırmağı irade-i mutlakanın sevk-i ilahisine ittibaen akmaya ve insanı, içinde varolduğu mekanı, hayvanatı, nebatatı ve diğer mahlukatı değiştirmeye, dönüştürmeye devam ediyor.

Tarih ırmağı irade-i mutlakanın sevk-i ilahisine ittibaen akmaya ve insanı, içinde varolduğu mekanı, hayvanatı, nebatatı ve diğer mahlukatı değiştirmeye, dönüştürmeye devam ediyor. Müteselsil anların yekdiğeriyle ittisalinden vücüt bulan bu akışın her bir anının künhüne ve ruhuna vakıf olması icap eden müslümanın asr-ı hazırda içinde bulunduğu hali idrakte zorlanması, cari olan hayat-ı yevmiyyesinin kontrolünde düşkünlük emareleri göstermesi ve çevresinde vücuda gelen içtimai, iktisadi, kültürel hadiseleri yorumlamada müşküllerle karşılaşmasının en mühim sebeblerinden biri belki de asr-ı hazır müslümanının evreni, dünyayı ve tüm mahlukatı yekpare varlık içerisinde konumlandırmada tevhidi perspektifini yitirmiş olmasıdır.

Günümüz Müslüman’ı bütün kalbi ve ruhuyla ittiba ettiği, bütün varlığını, canını, malını uğrunda feda etmekten kaçınmayacağı, tevhid kervanının dürr u gevher önderi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın “Ya Rabbi bana eşyayı olduğu gibi göster” duasında ayan beyan ortaya koyduğu hakikat aşkını yitirmiş durumdadır. Eşyanın mazrufu olduğu hakikatleri, mahiyetleri idrakde zorlanan günümüz müslümanı artık etrafında vucut bulan havadisi bir Müslümana yakışan, feraset, basiret, kiyaset ve zekavetle tartıp değerlendiremiyor. Olup biten hadiselere tevhidi bakışın gözlüğüyle nazar eyleyen enbiyanın ve evliyanın zeyrekliğinden, basiret ve ferasetinden nasipdar olamayan günümüz Müslümanının Müslüman kalabilmesi, Müslümanca bir duruş sergileyebilmesi için mutlaka tevhidi bakışa ve tevhidi idraka sahip olması gerekmektedir.

GECİKMİŞ BİR TARTIŞMA İSLAMCILIK
Son günlerde gündeme getirilip masaya yatırılan İslamcılık meselesi ehl-i insaf münevverlerimiz tarafından ele alınıyor, çok dakik tahlillerde ve tespitlerde bulunuluyor. Tartışmayı başlatan, devam ettiren ve de bu alanda imal-i fikrden kaçınmayan tüm münevverlerimizin Allah sayini zayi kılmasın. Çünkü İslamcılık meselesinin tartışılması geciktirilmiş bir tartışmadır. Bu meselenin ele alınıp enine boyuna tartışılmamasından dolayı bu ülke, bu millet ve topyekun Müslümanlar çok şey kaybetmişlerdir.
Zamanın akışı içerisinde bir parça geride kalan bugünün Müslümanlarının tekrar hikmetin, tabir-i digerle tevhidi bakışın müzeyyen, murassa hırkasını yeniden kuşanmaları gerekmektedir. Vahyin enfusi-afaki, kitabi-maddi inkişafının biganesi olan bugünün Müslümanı, tevhidi bakışın nafiz projeksiyonlarını kainatın, tabiatın, cemadatın, nebatatın, hayvanatın ve de tüm insanlığın üzerinde dolaştırmadan hakayık-ı eşyaya dair sahih bir nazariye ortaya koyabilmesi kabil değildir.

Binaenaleyh İslamcılık tartışmalarında İslamın külli evren nazariyesine dair bir görüşü, şuur ve idraki olmayanların İslamcılığı sadece aydınlanmacı-modernist kuşatmaya karşı vücuda gelmiş bir reflekse, bir aksülamele indirgemeleri çok tabiidir. Fakat durum bu minvalde değildir. İslamcılık İslamın zamanın ruhuna uygun olarak kendini dönüştürmesi, farklı düşünce kalıplarının, ontolojik, epistemolojik büyük anlatıların ötesine geçme refleksi olarak islamın bir iç dinamizmidir. Bu şu demek söz konusu çağda aydınlanmacılık ve modernizm değil de farklı bir düşünce sistemi ortaya çıkmış olsaydı dinamik evrenin (gerdun-ı çalaki) ruhu ve işleyiş mekanizmasının hülasası, açıklaması olan İslam yine de kendini İslamcılık formunda asr-ı hazırın ve diğer çağların idrakine arzederdi.

İslamcılık tartışmalarının, Müslümanların kendilerine yönelik bir özeleştiriye (nakd’u-nefse) doğru yönelmelerine yol açacağını düşünüyoruz. Çünkü Türkiye’deki İslamcılık hareketi kendini tenkit etmeyi, öz eleştiri yapmayı maalesef ihmal etti. İçerisinde büyüyüp geliştiği coğrafyanın (Anadolu) tarihi derinliklerine, kültürel zenginliğine daima bigane kaldı. Bu yüzden de bu coğrafyada veya dünyanın farklı bir sahasında cereyan eden hadisatı dakik ve kusursuz bir şekilde değerlendirip ona göre tutum ve davranışlar sergileyemedi. İkinci dünya savaşının akabinde 90’lara kadar soğuk savaş döneminin soğuk, içeriksiz stratejilerinin dayatmasıyla tamamen antisemitist duyguların tesiri ve tahrikiyle slogan fabrikası gibi çalıştı. Hiç bir meselede derinliğine tefekkür, ince ve dakik tahliller yaparak sonuçlar çıkarma, plan ve proje üretme gibi ciddiyet gerektiren işlere yönelemedi. Tamamıyla bütün eforunu politik cephelerde tüketti.

TEDBİR Mİ HİLE Mİ?
Meseleleri müslüman aklının tabii bir ürünü olan “tedbir” ile çözmekten ziyade bir köylü gibi davranarak “hileyi şeriye” ile dar siyasi hedeflerin kıskacına hapsetti. Batıyı doğru dürüst tevhidi bakış açısıyla değerlendiremedi. Meselelere hep duygusal yaklaştığından akıllıca çözümler üretmenin yerine dünyayı ABD’nin, İsrail’in (Siyonizmin, yahudiliğin) ve de İngilizlerin yönettiği şeklinde saplantılara düçar oldu. ABD’yi, İsrail’i ve de İngiltereyi o kadar büyüttü ki adeta tanrılaştırıp müslüman zihnin bütün alternatif üretme potansiyellerini köreltti.

Megapolitik, komplocu yaklaşımı o kadar abarttı ki sonunda deprem, sel gibi tabii afetlere bile ABD’nin CIA’nın, İsrail ve İngiltere’nin yol açtığı gibi paranoyak saplantılara düçar oldu. İlmi kitapları vird kitapları okur gibi okuyan İslamcı gençler okudukları metni yorumlamanın yerine parça parça nakletmeyi yeğlediler. Nakletmenin düşünme, tefekkür etme veya Kuran’da sürekli hatırlatılan akletmeye denk düştüğünü sanıyorlardı.

GELENEKTEN KOPUŞ VE TEMÂDÎ YOKSUNLUĞU
Özellikle Malatya’da yeşeren İslamcılık tamamen ikonoklast bir karekter arzediyordu. Malatya’nın bu sert ve haşin islamcılık telakkisi Türkiye’deki İslamcılığın kimyasını bozdu. Malatya bilindiği gibi 1800’li yılların başlarında büyük bir yangın yaşamış ve bu büyük yangının akabinde şehir başka bir yere taşınarak yeni bir Malatya kurulmuştu. Yeni kurulan şehir eski şehrin yani bugünkü Eski Malatya’nın barındırdığı Selçuklu-Osmanlı tarihi yapılarını barındırmıyordu. Dolayısıyla bu yeni Malatya’da yetişen insanlar sokağa çıktığında tarihi, geleneği ve de dolayısıyla süreklilik (temâdî) duygusunu anımsatan hiç bir tarihi yapıyla karşılaşamadıkları için kendilerinde derinlikli bir tarih, kültür ve edebiyat bilinci, idraki teşekkül edemedi. Bu yüzden de İslam’ı ve diğer her şeyi tarihsel ve kültürel bağlamına oturtamadan okudular. Olayları siyah ve beyaz şeklinde görüp aradaki gri tonları ıskaladılar. Bu da kentin insanlarının karakterinde fevriliğe, sertliğe ve uzlaşmaya kolay kolay yanaşmama gibi olumsuz niteliklerin oluşmasına sebep oldu. Bir anda Cuma namazı kılmamaya, camilere gitmemeye, tespih ve mevlitlerden sakınmaya ve de sakındırmaya başladılar.

Geçmişte İbni Arabilerin, Sadreddin Konevilerin, Somuncu Babaların aşiyân-ı manevisi olan Malatya geçmişin müslüman aklının ve irfanın tecelli ettiği ulu camilerden, mescitlerden, kervansaraylardan ve tarihi han ve köprülerden mahrum kalmıştı.
Bu mahrumiyet daha sonraları şehirde gelişecek olan İslamcılığın karekteristiğini de tayin edecekti. Malatya’daki İslamcılar İslamı Seyyid Kutup’un “Yoldaki İşaretler” “Fizillal Kuran” ve Mevdudi’nin “Dört Terim” ve “Tefhimu’l-Kuran” gibi kitaplarından öğreniyorlardı. Okuduklarını soğukkanlılıkla değerlendirmek ve özümsemek yerine hemen hayata geçirmeyi istiyorlardı. Bu fevrilik ve sertlik-haşinlik sadece Malatya’nın İslamcılarında değil aynı zamanda Malatyalı alevilerde, solcu ve miliyetçi ideolojilere mensup kişilerde de görülüyordu.

Tarih, kültür ve edebiyat bilincinden mahrum, süreklilik ve temâdî duygusuna yabancı Malatyalı İslamcılar, cihanşumul İslamcılık yorumu sandıkları içeriksiz, derinliksiz, şekilci İslam yorumunu Türkiye’ye taşımak amacıyla 90’lı yılların başında başta İstanbul olmak üzere diğer büyük kentlere göç ettiler. Gittikleri her yerde darülharp-darul islam tartışmaları başlatıp darulharp olan bu ülkede Cuma namazının kılınamayacağını iddia ettiler. İslamı okumaları textlerde kaba mesajı bulup külli yorumlar yapmaya, büyük anlatılar icat etmeye dayandığı için bu ülkede ve dünyada gelişen olayların arkasındaki sosyolojik, psikolojik, düşünsel, felsefi saikleri göremediler.

Felsefi ve düşünsel derinlik yerine stratejik yaklaşım üretmenin peşine düşen Malatyalı İslamcılar güçlü ve sahici stratejilerin derinlikli bir felsefi, düşünsel birikime dayanması gerektiğini hiç bir zaman anlayamadılar. Gelişen olayların sadece görünen kısmına bakıp edindikleri ilk intibayı (Kaba mesajı) stratejiye dönüştürmek gibi trajikomik durumlara düştüler.

AFORİZMA MI KÜLLİ NAZARİYE Mİ?
Söz konusu Malatyalı İslamcılar bu gün bile temelinde sağlam bir felsefi, düşünsel derinlik bulunan Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’nun uluslararası ilişkiler bağlamında geliştirmiş olduğu “Stratejik Derinlik” yaklaşımını en az ya da yanlış anlayan grup durumundadır. Davutoğlu’nun tarihi, kültürel, felsefi, düşünsel derinlikli “Stratejik Derinlik” yaklaşımını tamamen duygusal bir “Enverizim” balonunun içine hapsederek romantizm yapıyorlar.

Malatyalı İslamcıların sadece kaba mesajla iktifa etme zaafları, fikriyat oluşturamama, sistemli yaklaşamama açmazları teşebbüste bulundukları işlerde de kendisini gösteriyor. Çıkardıkları dergilerin, kurdukları yayınevlerinin bir iki yıl içerisinde kapanması bile onların Malatya’dan beraberlerinde getirdikleri süreklilik ve temadi duygusundan yoksun olma zaaflarını açıkça ortaya koyuyor.

Geleneğin sahici, kümülatif birikimine dayanarak bir sistem kurma, külli ve cüzzi nazariyeler üretme yerine sadece aforizmalarla dünyayı anlamlandırmaya ve kitleleri mobilize etmeye çalışıyorlar.

Malatya İslamcılığı’nın bütün bu olumsuzlukları görerek geçmişin ve bugünün iyi bir muhasebesini yapması gerekmektedir. Türkiye İslamcılığının gelenekten uzaklaşmasının dini hiç bir gerekçesi yoktur. Tamamen kendi dışında gelişen kemalizmin dil devrimiyle yol açtığı kültürel şizofrenin ürünüdür. Bu gün için gelenekle bağın yeniden tesisi İbni Arabi, Konevi, Mevlana, Yunus Emre, Gazali, Kindi, İbni Rüşt ve Farabi, İbni Sina ile kurulacak yeni ve özgün bir temasla mümkün olabilir.

Günümüzün İslamcıları geçmiş iki yüzyılın derinlikli bir muhasesebesini yaparak yeniden “Nerde kalmıştık” duygusuyla geleneğe yönelmelidir. Aksi durumda ne geleneksel ne de modern Türkiye’yi ve dünyayı anlayabilir. Bu bağlamda Türk Müslümanının zihnindeki yarılma (şizofreni)’nın kapanabilmesi için yeniden geçmişle irtibatın kurulmasının önündeki en büyük engel olan lisan sorunu aşılmalıdır. Osmalıca lisanının öğretilmesi meselesi bügünkü milli eğitim politikalarının insafına terkedilmeden bütün müslümanlarca öğrenilmesinin yolları araştırılmalıdır. Buna yönelik esaslı ve de “sürekli” planlar, projeler hazırlanmalıdır.
 

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.