Algıların tamamen İslamileşmesi ve insanın İslamî olan hususlarla kendini tutması ya da ibadetiyle kişiyi manen tutması anlamına gelen Ramazan ayını yarın itibarıyla idrak edeceğiz.
Böyle bir demde acaba algılarımız İslamî/insanî mi yoksa meylî/nefsî mi diye bakarsak İslamîlikten ciddi manada uzak kaldığımızı ve ümmet olarak içine düştüğümüz bela ve fitne sarmalının da ciddi manada bu algı yanılgısına bağlı olduğunu göreceğiz.
Hucurat Suresi’yle müminler arasında bağlayıcı hukukun yalnız “kardeşlik” olduğu ferman edilirken “kardeşler” olarak sadece kendi mezheb, meşreb, cemaat veya grubumuzdan olanı bildik. İman dairesindeki diğer kardeşler hep birkaç adım uzağımızda kaldı.
“Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size ateş dokunur.” ayeti ve “Zalime(zulmüne engel olmakla) de mazluma da yardım edin!” hadisi zalimi ve mazlumu “renk, ırk, cins, zaman” farkı gözetmeksizin genelleyici tanımlar.
Bizse kendimize, mezhebimize, cemaatimize dönük saldırganları ve haksızlık edenleri zalim; bağlayıcı alanımızdakileri mazlum bildik. Diğer zalimleri görmezden geldiğimiz gibi bazen de doğruları ters yüz ederek zalimi mazlum, mazlumu zalim saydık.
“Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” hadisindeki hikmete kör kesilerek müçtehit imamlar ve mezhep imamlarının tamamen ayet ve hadis kaynaklı/çıkışlı içtihat ve görüşlerinden dünya kadar “ayrılık, münazara, çatışma ve dışlama(tekfir)” çıkardık.
“Yeryüzü, sizin için mescit kılındı.” tespitiyle toprak ayrımı gözetmeksizin her coğrafyanın mümine bir tebliğ alanı, namaza çağıran ezanın yükseldiği her toprak parçasının Müslüman için vatan olduğu gerçeğini biliyoruz.
Fransız İhtilali’nin içimize attığı “ırkçılık” virüsü yüzünden sadece ırkdaşlar ya da aşiretimizin olduğu yerleri vatan addederek bunu kutsallaştırdık. Kendimiz dışındakileri yok saydık ve onları asimile ettik. İslam hakikatlerini yaymak adına sarf edeceğimiz çabayı helak edici tarafgirlik uğruna heba ettik.
“Birbirini yıkayan iki el!” gibi dayanışma, yardımlaşmanın nebevî örnekleme ve uygulaması önümüzdeyken işin kolayına kaçarak bize zarar getirmeyen, etliye sütlüye dokundurtmayan uzak iklimlerdeki cihad, mücadele ve mazlumluğa dikkat kesildik; oralara yoğunlaştık.
İslamî davadan on binler –ülkemizde- işkence gördü, zindanlarda kaldı, hala üç yüzü aşkın tutuklu insan var mahpusta. Binlercesi hicret etti bu topraklardan, yüzlercesi işinden/aşından oldu ve çıkan onca torba yasalarına rağmen hala köle İsaura muamelesi görüyor. Susa, Başbağlar, Roboski ve benzer katliamlar, bu topraklarda yapıldı.
Aynı karede gözükmemek adına, “Nasılsa bizim camiadan değil!” rahatlığıyla yanı başımızdaki bu mazlumluğu görmedik, umursamadık, kulak ardı ettik.
“İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet” oluşumuz, “iyiliği emretme, kötülükten men etme!” şartına bağlanmışken günahlara karşı lakayt kaldık.
“Her koyun kendi bacağından asılır.” mantığıyla umursamaz bir tavra büründük. Baktık ki, evlerimiz günah merkezine dönmüş; bu kez suçlu aramaya koyulduk.
Toplumsal duyarlılık isteyen –hak, güven, emniyet, adalet, şahitlik gibi- meselelerde üç maymunlara özenerek “duymadım, görmedim, bilmiyorum” rolünü sevdik ve hep oynadık.
Zorluk, haksızlık, emniyetsizlik bizi kuşatınca “Niçin birileri görmüyor, duymuyor, el vermiyor?” mantık/sorgulamasına büründük.
Birileri ticarette hile yapınca, sözünde durmayınca, ahde vefa etmeyince, ahlaksız davranışlar sergileyince “Bu ne biçim Müslümanlık!” deyip sanık sandalyesine oturttuk, haklı olarak. Aynı zaaf/eksiklik şahsımızda olunca ve bu söylenince “Haspama da yakışıyor!” türünden anlaşılmaz savunmalara ve meşrulaştırmalara başvurduk.
“Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah(c.c) onları değiştirmez.” ve “Bütün bunlar ellerinizin kazandığıdır.” düsturunu bil(e)medik.
Birey ve toplum olarak İslamî bir değişim sağlaması ve algılarımızı iman ve adalet eksenli dönüştürmesi umuduyla rahmet, bereket, mağfiret iklimi Ramazan ayı mübarek olsun!