Kitaplar olmasa imiş, hayat da olmaz imiş. Kalbimiz okuyarak atmaya başladı yavaş yavaş. Okuyorum, okuyorsun ve okuyor; ne kadar güzel! Ama, okumuyoruz, okumuyorsunuz ve okumuyorlar! Bunlar uzak tespit olmaktan ziyade, yakınımızı çepeçevre kuşatmış vaziyette. Okumak güzel evet; peki yazmanın lezzeti nasıl imiş? Eğer yazmaya kapı aralamıyorsa okumak; onu nereye kondurmalıdır ki? “Okuma Yazmanın Neyi Olur?”(Yusuf Tosun-Çıra Yay.) sorusuyla bir kitap oluşturan delikanlı bir adamı bilir bu memleket.
“Şehid”in sözlerine kulak verdim
Şimdi bize, bu sözleri sarf ettiren okunaklı ve pek dokunaklı esere geçmek gerekirse eğer; şehadet bilincini hem kendi zamanına hem de gelecek tüm zamanlara nakşeyleyip de giden bir şehid adamın/Seyyid Kutub’un 1990’da Türkçeye Arslan Yayınlarınca Hasan Fehmi Ulus’un usta mütercimliğiyle İslamî Etüdler ismiyle çevrilen; diğer kitapları kadar gündem edilmeyen, üzerinde durulmayan ve aslında böyle yapılarak bir vebalin altına girildiğini düşündüğüm bir kitap... Bu vebal düşüncesinin baskın çıkması beni, onu tanıtmaya iten sebeptir. Şimdiye değin böylesi heyecan ve umut verici, harekete geçirici bir kitap neden genç dimağlara sunulmadı, sorusunu sordurucu bir eser… Yoldaki İşaretler’den altta kalır bir yanını göremedim okuyunca. Ve okurken tüylerimi diken diken eden bu şehid sözlerin; tâ şehadetinden on dört sene evvel (1952) yazıldığını da görünce, bir şehidin yaşamının ölümüne eşdeğer olduğunu hissetmeden edemiyor insan. Bu eserdeki yazılar, o dönemin Mısır’ında yayın hayatına devam eden Davet Gazetesinde ve er-Risale dergisinde neşredilir.
Eserde itikadî, içtimaî, siyasi, ekonomik, edebî, hukukî, ailevî, ahlakî mevzulardan Müslüman Kardeşler Cemaati’ne ve şehid İmam Hasan el Benna’ya kadar çok yönlü bir konu dağılımı var. Seyyid Kutub’un yaşadığı yıllarda toplumuna ve ülkesine kayıtsız kalmadığını, soru ve sorunlara karşı mümin duyarlığı içerisinde konuların bamteline bastığını ve çözüm yollarını arşınladığını görüyoruz. Halka üst perdeden bakıp yalnızca edebiyat yapma sevdasında olanlara büyük bir ders verici nitelik taşımıştır yaşadığı o günlerde. Kitap içerisindeki makalelerde zaman zaman yaşadığı ülke olan Mısır özeline girmesi kaçınılmazdır. Zira orada yaşıyor, oradaki insanları dikkate almadan edemiyor ki! Bir yazar, hele bir de şehidliğe giden bir yolun taliplisiyse eğer; insanlara meşale olma görevini en zirve noktasına kadar yapmak zorundadır ve nihayetinde yapmıştır da. Sözleri bıçak gibi kesmiştir muhatabı olanları. Yazmakla kalmamış, meydanlara kazmıştır cümlelerini.
Kutub, sözleriyle cihad ediyor
Şehadetiyle ülkesinin sınırlarını aşarak nice memleket insanlarını etkileme bahtiyarlığına erişen bu kutlu şehid, mevzu bahis bu eserinin hemen başında “Tağutların Yıkılışı”nı ve “Allah’ın Rasulünün Zaferi”ni konu ediniyor. İnkılapçı bir kimlik ve misyonla tarihe el atan bir önderin yıkarken yapmanın ustalığını gösterdiği o izzetli günleri resmederek, kitabının daha başında okuyucuyu harekete bandırıyor. Oturarak okuyorsanız eğer, ayağa kalkma ve haykırma ihtiyacı hisseceksiniz bir müddet sonra. Ki biliyorsunuz, ne tağutların kökü kurumuştur ne de muvahhidlerin mücadelesi son bulmuştur. Hak ile Batıl’ın amansız kavgası, ilk insandan son insana kadar uzanan bir telekomünikasyon uzantısı işlevi görür gibi yayıldıkça yayılır.
Ailevî hususlardan birini ele alırken, bir kadının tek bir erkeğe tahsis edilişini büyük bir hikmet olarak karşılar ve biyolojik açıdan en sağlıklı ve en yararlı yolun bu olduğunu belirttikten sonra; çocukların en nezih ve en temiz bir şekilde vücut bulmasına tek çare olarak yine bunu görür. Bu sözlerinden olarak, onun ne kadar derin bir ilmi birikimi üzerinde taşıdığını anlayabiliyoruz.
O dönemde Mısır hükümetinin nüfus planlamasına gitmesine şiddetle karşı çıkar. Eğer başka ülkelere karşı kuvvet gösterisinde bulunmak isteniyorsa, bunun nüfusun önüne geçmekle değil, aksine nüfusun önünü açmakla olacağını hatırlatır. Mesela yine o günlerde Almanya, İtalya, Rusya, Japonya gibi ülkelerin ve hatta küçücük İsrail’in bile kat kat nüfus artırma derdinde olduğuna dikkatlerini çeker yetkililerin.
Modern zaman köleleri
Seyyid Kutub, köleliğe öyle bir tanım getiriyor ki, belki de bu tür bir tanımla ilk kez karşılaşıyorsunuz. Sosyal sistemlerin ve ekonomik şartların zoruyla özgürlüklerini yitirme durumunda bırakılan, efendiler tarafından ticaret metaı ve hayvan muamelesi gören kişilerin köle olmadığını; bilakis, asıl kölenin, sosyal sistemlerin ve ekonomik şartların en ufak bir şekilde bile tutsaklığa zorlamadığı halde, buna isteyerek can atan kişilerin köle olduğunu, beyinleri zonklatıcı şekilde sunar. Peki ya özgürlük! Özgürlüğün yumruğunun bazen kanayabileceğini, ama kahredici bir nitelik taşıyan darbeyi vurma bahtiyarlığının daima onun olduğunu, böylesi darbeyi daima onun indireceğini söylüyor Seyyid Kutup. Tabi ki bunun Allah’ın yeryüzündeki kanununun bir gereği olduğunu da eklemeyi unutmuyor. Çünkü özgürlük onun için, geleceğin zirvesindeki en yüce gayedir ve kölelikse geçmişin uçurumlarına doğru tepe taklak yuvarlanan çarpık bir dönüştür. (Şimdiden tavsiye hakkımızı kullanmak gerekirse eğer, bu eseri okuyacak olan kardeşlerimin kölelik bahsini ağır ağır ve sindirerek okumalarını isterim.)
Sözün o esrarlı gücüne, belli bir zaman sonra inanmaya ve onun etkisini görmeye başlar. Yazdıklarıyla toplumu zor günlerde nasıl ayakta tuttuğunu kendisi bile anlayamaz. Bunun Rabbinden gelen bir lütuf olduğunu kavrar. Ve artık tarihe mal olmuş şu müthiş sözlerini tüm mücahidliğiyle bayraklaştırır: “Muhakkak ki, kalem sahipleri çok şey yapabilir. Ancak bir şartla: düşüncelerinin yaşayabilmesi için kendileri ölecekler, bunu göze alacaklar. Düşüncelerini, etleriyle ve kanlarıyla besleyecekler! Hak olduğuna inandıkları şeyi söyleyecekler! Her kelime uğruna kanlarını feda edecekler! Şüphesiz düşüncelerimiz de, kelimelerimiz de hareketsiz cesetler olmaktan kurtulamayacaklardır. Ne zaman ki, biz onların uğrunda ölürüz, onları kanlarımızla besleriz; işte o vakit dirilik kazanırlar, diriler arasında yaşama şansını elde ederler. Bunun başka yolu yoktur.” Ne kadar sarsıcı, ne kadar heybetli ve ne kadar öğüt verici mücahid sözler bunlar, değil mi? Belki de bir çok Seyyid Kutup okuyucusu, bu sözlerinin hangi eserinde geçtiğini merak etmişlerdir. İnşallah bu vesileyle kaynağını göstermiş oluyoruz kardeşlerimize.
Aslında bu konudaki söyleyecekleri bu kadarıyla bitmez. Masalarının başında oturup da zarif kelimeler seçen, süslü cümleler düzen ve parlak hayaller kuran ve bunlar için kendilerini zorlayan yazarlara nasihat etmekten berî durmuyor şehid yazar. Çekilen onca zahmetin boşuna olduğunu, boş yere kendilerini yorduklarını dile getiriyor ve ruhun parlaması, kalbin aydınlanması ve yüreklerde bir kıvılcım çakılması için düşünceye olan imanın ateşinin gerekli olduğunu serdediyor. Kelimelerin ve cümlelerin hayatını buna bağlıyor.
Batı sömürüsüne isyan bayrağı!
Kitabın bazı yerlerinde şehidin, Batı Sömürgeciliğine karşı isyan bayrağı çektiğini alenen görüyorsunuz. Sayıları milyonları bulan ülke evlatlarının yüreklerine kin, nefret ve intikam tohumlarının ekilmesini, kendi ayakları üzerinde durma yetkinliğine sahip olmaya başladıkları andan itibaren, Batı’nın insanlığın düşmanı olduğunu ve ellerine geçen ilk fırsatta onu yerle yeksan etmeleri gerektiğini inkılapçı bir öncülükle haykırıyor. Ve yeter artık, diyor.
Kitabın sonlarına doğru Şehid İmam Hasan el Benna’dan ve onun müthiş hareket ve cemaat dehasından bahis açmayı da bir ödev bilir Seyyid Kutup. Allah’ın ona bahşettiği davetçi kimliğiyle halkları dize, yani rahmet denizine halka halka getirmesi ve şerefli ömrünü şehadetle bereketlendirmesi pek az kimselerin nasibidir. Kutub’un kelimelerin mumdan yapılan gelinler gibi olduğu ve ne zaman onların yolunda ölünürse; işte o vakit ruh kazanacakları, hayat bulacaklarına dair sözleri, el Benna’nın şehadeti vesilesiyle dilinden onurluca dökülür.
Ve eserinin sonunda, 50’li yılların başında yaptığı Suriye ve Lübnan gezisi sonrası Müslüman Kardeşler üzerindeki izlenimlerini paylaşıyor. Onlara, sadece Mısırın değil, tüm dünyadaki Müslümanların ihtiyacı olduğunu, diğer ülke topraklarındaki kardeşlerinin kendi siyaset ve yöntemlerini merak ettiklerini büyük bir iştiyakla bildiriyor. Sonra da, vahyi baz alarak çok geniş bir perspektifle davayı tüm insanlara ulaştırma bilincini yaşatmak gerektiğini ve evrensel boyutta yürüyecek dava erlerinin büyümesini ümit ederek; sözlerini selam verip rahmet dileklerinde bulunarak bağlıyor.
Şehadetinin 42. yılında yolumuzu hâlâ aydınlatma görevini sürdüren aziz şehidin bu kıymetli eserini zihinlerinize misafir etmeyi, sorumluluğumun verdiği bir zorunluluk olarak gördüm. İslamî Etüdler’in en az Yoldaki İşaretler kadar önemsenmesini ve öncelenmesini istirham ederek ‘ey şehid yolun yolum oldu benim.’ ezgisini dinlemeye koyuluyorum şimdi yeniden. (Fatih Pala / Dünya Bizim)