Hamd, Alemlerin Rabbi olan Allah’a; Salat-u selam Kutlu Nebi’nin üzerine olsun.
Hak Teala, Yüce zatını ve sanatını tüm güzellikleriyle göstermek üzere yarattığı insanoğlundan, masnuatın muhteşem tablosunu ve sonsuz kudrete sahip olan İlahi iradeyle tecelli ettiğini hatırlayıp, tüm bu güzelliklerin kendisi için yaratıldığını düşünerek O’na kulluk edilmesini emir buyurdu. İnsan fıtratını en iyi bilen, yine onu yaratan Allah-u Teala olduğundan, insanlığın kemale erişini sağlama yolunda en uygun düşünce, azık, yol ve yöntemi göstermek üzere peygamberler vasıtasıyla müstakim yolu kullarına gösterdi. Bu yolu adımlamalarını, aksi taktirde fıtratın aslına aykırı bir yolda ilerlerken ne gibi ferdi ve sosyal olumsuzlukların yaşanabileceğini tarihten canlı misallerle gösterdi. Ferdi planda azgınlaşanların, sosyal planda da bu azgınlara kölelik zilletini gösterenlerin nasıl bir toplum biçimi oluşturduklarını ve bu toplumda yaşanan acı tabloları ibret olması açısından bir bir anlatmaktadır. İnsanlığın ferdi, ailevi ve sosyal selameti için peygamberlerin, evliya ve salihlerin, yani fıtrat çizgisini terk etmeyenlerin yolunun tek çözüm kaynağı olduğunu ifade etmektedir. İşte bu ab-ı hayat çeşmesi olan Kur’an-ı ve Hz. Peygamberin sünnetini örnek edindiğimizde, saadet yolunun şaşmaz yolcuları olacağımızı bizzat Hz. Peygamber de Veda hutbesinde garanti etmektedir.
Fizyolojik olarak vücuda zarar teşkil eden bazı aykırı durumlar sözkonusu olduğunda, hepimizin malumudur ki sıkıntılar baş göstermekte, beden takatten düşüp nihayetinde işlevsiz hale gelmektedir. Bu durumlarda tedavi yollarına başvurmayıp yapılan yanlışta ısrar sözkonusu olursa, ne gibi sonuçların doğduğu ve hatta ölümlere dahi sebebiyet verdiği tartışılmaz bir gerçektir. Ruh ve cesetten meydana gelen insanın bir gün çürüyecek olan bu bedeninin selameti için nasıl ki bir düzen ve sistem mevcutsa, aynı şekilde ruhi çöküntüyü önleyen, manen insanı ayakta tutan ve salim bir toplumun meydana gelmesini sağlayan da, fıtratın aslıyla korunması, Yaratanının bu konudaki yaşam kılavuzuna riayet edilmesidir.
Takdir edilmiş bir plan dahilinde cereyan eden kainattaki tüm hareketler, en ufak bir sapma göstermeksizin gerçekleşmekte iken, insanoğlunun haddi aşan cür’eti ve hayvanileşen iştahı sebebiyle bilimin de son dönemlerde üzerinde ısrarla durduğu ve endişeyle karşıladıkları olaylar kaçınılmaz oluyor. Özellikle küresel ısınmanın son dönemlerin önde gelen gündem maddesi oluşu bunun en açık örneğidir. İnsanın aslını kaybedip yakıp yıkmaya meyyal arzularıyla sebebiyet verdiği nice örneklerden sadece biridir bu olay. Yaşanan depremler, tsunamiler ve daha nice örnekler de mevcuttur.
Oysa dengesizliklerin yaşanmaması için muazzam bir düzen meydana getiren ve her şeyi yörüngesinde, menzilinde en ufak bir sapma göstermeksizin hareket ettiren Allah-u Zülcelal, tüm bunları insanoğlunun dünya hayatındaki yaşam döngüsünün mükemmel bir düzen içerisinde akıp gitmesini sağlamak üzere yaratmıştır.
Ancak kendisi için hazırlanan bu kadar mükemmel bir sistemde insanoğlu kendi fıtrat sistemini ne kadar asli çizgisinde takip etmekte ve buna itina göstermektedir? Maddi olaylarda nasıl ki aykırı bir durum düzensizlik meydana getiriyorsa, aynı şeyi maneviyat açısından da ele aldığımızda değişen bir şeyin olmadığını görürüz. Maneviyatı, nesli ve toplumu muhafaza eden fıtratın ihtiyaç duyduğu şey, ruha gıda olan, Allah ve Resulü’nün değişmez müstakim yolunun azıklarıdır. Bu azıkları taşımadan maneviyatı korumak mümkün değildir.
İslam fıtratıyla yaratılan insan; yüreğinde, kalbinde taşıdığı insani ve İslami değerlerle dinamik bir ruha sahip olur ve manen enginlere doğru uzanır. Bu mana aleminde dengesizlik, düzensizlik ve çatışma söz konusu olamaz. Bu bedende, İslam’ın bir anlamıyla da barışı ifade eden yönüne matuf bir sulh yaşanır. İhtilaf ve tenakuz yaşanmaz bu bedende. Bu bedende iman, sevgi, kardeşlik vardır. Sadakat, merhamet ve şefkat vardır. Nihayetinde bu iklimde yaşayıp, bu havayı teneffüs eden fertlerden mükemmel bir saadet topluluğu, bir saadet devri oluşur. Haksızlığın olmadığı, merhametin adaletin ve huzurun egemen olduğu bir toplum ve bir dönem...
Bunun en açık örneği Asr-ı Saadet devridir. Cehaletin doruğa çıktığı, günah bataklığında çırpınan, vicdandan yoksun manen ölü bedevi bir toplum iken, Resul’ün zerkettiği iman nefesiyle maneviyatı dirilişe geçen, cehaleti Kur’an ilmiyle bertaraf edilen, merhamet, kardeşlik ve adaleti tesis eden bir toplum olma şerefine nail oldular. Bundan sadece iman edenler değil tüm insanlık istifade etti. İslam’ın huzur iklimiyle, hangi halktan olursa olsun, hangi dine mensup olursa olsun tüm insanlığın hakları Medine Vesikasıyla garanti altına alınmış oldu. Bu huzur iklimini bolca teneffüs edenlerden bir kısmı da nankörlüğü adet haline getirmiş olan yahudilerdi. Ne zaman ki ihanet damarları kabardı, işte o zaman bulmuş oldukları huzuru kaybettiler. Ardından tarih boyunca gösterdikleri ihanetin, nankörlüğün tesiri hep sürdü. Nice dönemlerde İslam’ın huzurlu ortamında yaşadılar ancak tefessüh etmiş ruhlar hiçbir zaman huzur ikliminde yaşayamazlar. Avrupa’nın zulmünden kaçıp İslam’ın adalet şemsiyesi altında korunan yahudiler, güç kazandıkları her anda zehir kusmuşlar ve ihanet sergilemişlerdir. Osmanlı dönemi de bu konuda bariz bir örnektir. Bir yanda hukukundan faydalanmış, servet biriktirmiş, öte yandan çöküşünü hızlandırmak için çaba sarfetmekten geri kalmamışlardır. Tarih, islami toplumu dindaşlarına tercih eden hristiyan topluluklara da şahittir. Buna benzer nice örnekler yazılıdır tarih sayfalarında. Benzer bir haber sunulmuştu ajanslarda. İsrail Maariv gazetesinin yazdığına göre, İran’da bulunan 20.000 civarında yahudinin İsrail’e göç ettirilmesi için yapılan çok cazip tekliflere rağmen, yaşadıkları yerleri, kültürlerini beğendiklerini ifade ederek, iyi imkanlara sahip oluşları ve huzurlu bir hayat yaşamaları sebebiyle bu toprakları benimsemiş ve terk etmek istememişlerdir. Bizlere de, ‘İslamın adaletine layık olurlar inşallah’ demek düşüyor.
Fert bazında düşünüldüğünde, fıtrata uygun kalpler fesattan uzak iken, fıtrata aykırı bedenler ise manen çöküş yaşarlar, azgınlaşan hayvani bir görüntü sergilerler. İslam’ın nurundan mahrum kalplerin paramparça olmuş maneviyatları neticesinde, insani melekelerden mahrumlaşır ve vahşetin temsilcileri olmaya namzet olurlar. İnsanlık, tarih boyunca bu tür mahluklardan çekmiş ve halen de çekmeye devam etmektedir.
Toplumsal planda da İslam’ın hakim olduğu ortamlarda nasıl ki huzur ve saadet boy göstermiş ve zulüm, haksızlık son bulmuşsa, yani toplum sosyal bir dengeye kavuşmuşsa; İslam’ın yüce meziyetlerinden yoksun toplumlar da fesada boğulmuş, zulüm normalleşmiştir.
Görüyoruz ki, İslam’ın nuru kalplerden söküldüğü zaman insanoğlu hayvanlardan daha vahşileşmekte, kadın, çocuk, ihtiyar, genç demeden katliamlara imza atmaktadır. Bu habis ruhlu mahluklar daima huzura engel teşkil etmektedirler. İslam’ın fedakar fertlerinin bugün verdikleri mücadele sadece kendileri için değil, tüm insanlık için, hatta hayvanlar ve tabiat için bile bir huzurun, selametin teminatı olacaktır inşallah.
Bugün zulmün el atmadığı coğrafya bulunmamaktadır. İnsanlığı, tabiatı, kısacası her şeyi sömürmek isteyen maymun iştahlı zorbalar her tarafa çullanmış, sahip olma adına her şeyi mubah görmektedirler. Nesli ve ekini yok edip yıkmak, Allah tarafından bildirilen açık bir vasıflarıdır. Şahsi çıkarları uğruna binlerce insanın ölümü bile onlar için pek bir şey ifade etmemektedir. Hayvanileşen hatta daha da beter olan bu yaratıklara karşı insanlık adına mücadele bayrağını çekenler de daima Allah ve peygamber sevdalısı, merhamet timsali mü’min insanlardır. Kurdun kendini eylemiyle tanıtması mümkün olmadığından bu zalimler de daima aldatıcı söylemlerle; demokrasi, insan hakları, özgürlük ve adalet temsilcisi masallarıyla ortaya çıkmaktadır. Eylem yakıp yıkma iken, eylem fitne fesat iken, eylem katliamlar iken; söylem hep demokrasi, hep özgürlük. Ama sadece kendilerine. İnsanlığa ölüm, onlara özgürlük. İnsanlığa esaret, onlara demokrasi. Haliyle direnenler de insan haklarına ve adalete karşı direniyorlar ya(!), o halde onlar da terörist(!). Rabbimiz karakterlerini ne güzel de ortaya sermiş bu mahlukların: ‘Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiği vakit, bizler ancak ıslah edicileriz derler. Muhakkak ki onlar fesatçıların ta kendileridir fakat anlamazlar.’ (Bakara 11-12)
Barbarlığı meslek edinmiş bu tür insanlara karşı zaferler kazanıp insanlığa selamet kapılarını aralayan İslam erleri, zalimlerin demokrasi anlayış ve planlarını baltalamaktadırlar. Neden mi? Çünkü bu demokrasi, yaramaz, obur bir çocuk gibidir. Girdiği ortamı kendisi şekillendirmek ister. İstediğini yapar ama itiraz istemez. Yemeğini obur iştahıyla yemek ister, bu yüzden de kimseyle paylaşmak istemez. Bu zalimler de istediği her ülkeyi kendisi şekillendirmek ister. Tüm zenginliğini kendisi tüketmek ister. Tüm bunları yaparken de itiraz istemez. İşte bu itirazı yapan İslam erleri onlar için özgürlük düşmanıdır. Oysa İslam erlerinin girdiği topraklarda zulme, haksızlığa, açlığa yer yoktur. Adalet tesisi, hak, hukuk tesisi ve nihayetinde salim bir toplum inşası hedefleyip, adım atmaktadırlar. Asr-ı saadet bu konuda en güzel örnek iken, zalimlerin aldatıcı söylemlerine kanıp aldatılmak mümine yaraşmaz. İslam’ın fedakar erleri topluma bu selameti getirmek için mal ve canlarını feda etmekte iken, onlardan yüz çevirenlere yazıklar olsun. Ne mutlu bu erlere kucak açanlara…
İslam’ın huzur dolu iklimine kavuşma umuduyla, Allaha emanet olun.