Müslümanların Kur’an ve Sünneti esas alarak kurdukları ve üzerinde yaşadıkları topraklara, “Darul-İslam” veya “Darul Adl” adı verilir. Vatan olarak ümmeti barındıran topraklar, ümmetin varlığı için en önemli unsur sayılır.
İslam’ın ilk döneminde böyle bir yer sağlanıncaya kadar Kur’an ve Sünnetteki sosyal konular ertelenmiştir. Nitekim Habeşistan’a hicret eden ilk Müslümanlar orada bir krallık gölgesi altında rahat bir hayat bulmuş olmalarına rağmen, toprağa hâkimiyet imkânından mahrumdular. On yılı aşkın bir zaman orada yaşamış olmalarına rağmen, orası Müslümanlar için vatan olarak ilan edilmedi. Medine ise (önceki adı Yesrib), otoriteyi Allah ve Resulüne -bir manada sistem olarak İslâm’a- bırakacağını açıklayınca Peygamber (S.A.V) ve ashabı oraya hicrete mecbur edildiler. Mekke fethedilip orası da Medine’nin statüsüne geçinceye kadar Medine’ye hicret, imani bir mesele olarak ele alınıyor ve tebliğ ediliyordu.
Kimi fakihlere göre Ümmetin coğrafyası, yani “Darul İslam”, Kur’an ve Sünnet’in hâkim olduğu bölge ile sınırlandırılır. Kimilerine göre de bir kere de olsa Müslümanlar tarafından fethedilip İslami hükümlerin uygulandığı topraklar –sonradan düşse de- artık (Darul-İslam) İslam topraklarıdır. Ancak, bu noktada şu ön bilgiler dikkate alınmalıdır:
a) ‘’Yerlerin ve göklerin mülkü, Allah’ındır. (Nur, 42) Yeryüzü Allah’ın takdirinde müminlerin mirasına yazılmıştır (Nur, 55 ve Enbiya, 105).’’ Bu durumda, Allah’ın mülkünde, Allah’a gerçekten ve O’nun istediği gibi iman edenlerin bulunması gerekir. Normal olan yeryüzünün yönetimi Allah’a inanan ve resulüne itaat edenlerin eline verilmesidir. Yönetim bir emanettir, emaneti ehline vermek gerekir. Bunun zıddı ise, başta Allah’a isyan, yeryüzü halklarına da zulümdür.
b) Yirminci yüzyılla beraber ortaya çıkan mevcut coğrafî sınırların hemen hiçbiri, ümmetin coğrafyasını göstermez. Zira İslam topraklarının büyük bir bölümü bugün İslam’ı kökten reddeden veya birinci düşman olarak ilân edilip savaşılan, beşeri düzenlerin işgali ve tasallutu altındadır. En mukaddes bölgelerine varıncaya kadar, Müslümanların yaşadıkları topraklar -Müslümanların otoritesi altındadır gibi bilinse de- onların inançlarına teslim edilmiş değildir. Kaldı ki, bu sınırların ilk çizimi de Müslüman olmayan ellerin ve kadehli masaların ürünüdür. Ümmetin birlik ve bütünlüğünü parçalamak için emperyalist güçlerce çizilen hatlardır. İslami açıdan bunların hiçbir bağlayıcı hükmü yoktur ve olmamalıdır.
c) Cemaat oluşturacak çapta bir Müslüman topluluğun bulunduğu bir yerde o topluluğun ümmete mensup olmanın gereklerini yerine getirme zorunlulukları vardır. Çünkü din, bir kavramlar ve inançlar bütünüdür. Pratikte yaşanabileceği bir ortam ister. Dünya, bir bütün olarak dinin izharı ve yaşanması için bir alandır. İnsanların dine kalıp olma mahiyeti taşıyan dünyayı elde tutmaları, aynı zamanda dini de elde tutmalarıdır. Usulü fıkıhçıların geliştirdiği şu kural, buna net bir üslup çizer:
Vacip olan bir şey, ancak kendisiyle tamamlanabilen bir şey varsa o da vaciptir. Yani İslam’ın içtimai hükümlerinin toplum hayatına hâkim kılıp yaşanması vacip ise, onların yaşama geçirileceği bir yerin (vatanın) tesis edilmesi de vaciptir.
İslam’a göre tüm Müslümanlar tek bir ümmettir ve üzerinde İslami hükümlerin yaşandığı tüm topraklar da tek vatandır. Irkları renkleri, dilleri ve coğrafyaları farklı da olsa hepsi bir bütündür. Aslında onlar, etle kemik gibidirler. Birbirinden ayrılamayacak kadar ortak bağları ve iç dinamikleri vardır.
Aslında farklı beşeri bağlar ve coğrafi sınırlar onları birbirinden koparmak için yeterli sebepler değildir. Zaten bu sınırları kendileri koymuş değiller ki, onlar için bağlayıcı veya kutsal değerler olsun. Onların gerçek sınırları, kıtaları ve okyanusları kuşatmaktadır. Hakeza bu topraklarda bulunan bütün yerüstü ve yeraltı kaynakları, tüm Müslümanların ortak malıdır. Hiçbir zaman ve hiçbir suretle gayri Müslimlerin gelip bunları talan etmelerine veya hainlerin eliyle onlara peşkeş çektirilmesine müsaade edilmemeli ve İslam toprakları onlara çiğnetilmemelidir.
İslam topraklarını muhafaza ve müdafaa etmek için, ümmetin bütün evlatları tek bir ordu halinde hareket etmeli ve tek bir komuta merkezinde toplanmalıdırlar. Yoksa onları ihtilaflarından faydalanan zulmün saltanatı aynen devam edecek ve buna karşı koymak için, farklı guruplar ve ayrı çatılar altında bir araya gelip buna karşı çarpışan orducuklarla bir yere varılamayacaktır.