İslam ümmetinin en temel birleştirici unsuru dindir. Bu unsur ölçü alındığında, Hz. Muhammed aleyhisselamın risaleti karşısında bütün insanlar ümmet olarak iki gruba ayrılır:
1- Muhammed aleyhisselamın risaletini kabul edip iman edenler, O’nun risaleti ile gelen hayat şeklini benimseyip yaşayanlar.
2- Bu statüye dâhil olmayıp genel anlamıyla “küfür” dairesinde kalanlar. Yani, ümmet-i icabet ve ümmet-i dâvet.
Bu anlayışa göre inanmayanlar da ümmet çerçevesi dâhilinde kalırlar. Ancak onlara, davetin ulaştırılması gereken kitle olarak bakılır. Çünkü Muhammed aleyhisselamın risaleti bütün insanlığadır. Ondan önceki peygamberlerin risaleti ise dar bir çerçevede, lokal olarak kalıyordu. Ama Muhammed aleyhisselam, kıyamete kadar bütün insanlığın tek peygamberidir.
“De ki: ‘Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın (gönderdiği) bir peygamberim. O’ndan başka ilâh yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah’a ve O’nun ümmî Resulüne, iman edin ve O’na uyun ki, doğru yolu bulasınız.” (Araf: 158)
“Muhammed, sizin erkeklerinizden herhangi birisinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzâb: 40)
Birden çok ırkı barındırması, ümmet içinde bir ırk veya dil sorunu öne çıkarmaz. Kur’an-ı Kerim, ırkların çokluğunu insanlar için kaynaşmaya vesile olarak açıklar (Hucurat:13). Hiçbir ırkın veya rengin diğerine üstünlüğü düşünülemez. Üstünlüğün tek ölçüsü, takva (Allah’ın emir ve yasaklarında ısrarlı bir gözetme ve tatbik) iledir. Son peygamberin Araplardan biri olarak gelmesi, onlara ümmet içinde bir ayrıcalık getirmez. Onlar da diğer ırklar gibidir. Peygamberimiz (SAV), Veda Hutbesi’nde özellikle Arap kelimesini kullanarak “Arab’ın aceme, acemin de Arab’a üstünlüğü yoktur” diyerek bu anlayışı reddetmiştir. Bütün ırkları Allah yaratmıştır. Bunlar sadece kaynaşma ve yardımlaşma için bir yoldur. İnsanların hepsi bir babadan, bir annedendirler. Onlar da toprak asıllıdır. Üstünlük, beşerî ölçülerle değil takva iledir.
Diğer yandan da her milletin kendi dilini, hatta şivelerini konuşmasını, İslam’a ters düşmeyen kültür ve örflerini devam ettirmesini en doğal bir hak olarak kabul etmiştir. Ancak, ümmet olarak ibadet konularında dil, Arapçadır. Bütün ümmet ezanı, namazdaki süre ve duaları Arapça okurlar. Kur’an’ın ve hadislerin Arapça oluşları ve Kur’an’ın Arap dilinde i’câzı, bu dilin ümmet içinde tabii bir yükseliş göstermesini, saygı bulmasını sağlar.
İslam ümmetinin coğrafyasında gündeme gelen “Dar’ul-İslâm”, sadece Müslümanların yaşadığı yer şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu deyimin kapsamı, Kur’an ve Sünnet’in tatbik edildiği yer şeklindedir. Bir Dar’ul-İslâm’da, Müslümanların dışında zimmiler ve müste’menler de bulunabilir. Bunun da resmî vasfı vardır.
Müste’men, geçici bir süre için kalmasına izin verilen gayr-ı müslimler için kullanılan bir tabirdir. Geniş anlamıyla yabancı diplomatlar da bu statüde sayılabilirler. Zimmiler ise sürekli İslam topraklarında yaşayan gayr-ı müslimler olup normal vatandaş sayılmışlardır. Devletin askeri ve yüksek düzeyde sivil kademelerinde görev alamazlar. Bunun dışında Müslümanlarla aynı hakları paylaşırlar. Askerî hizmetlere iştirak etmemelerine karşılık, kişi başına belli bir vergi (cizye) öderler.
Ümmetin siyasî yapısında başta halife (imam veya emîr’ul-mü’minîn) vardır. Halife, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin Medine’de kurduğu ilk İslam cemaatinin fiilen yaşatılıp temsil edilmesi için vardır. Halife de Müslümanlardan biridir. Dokunulmazlığı, yargılanmazlığı gibi olağanüstü bir vasfı söz konusu değildir. Yürütmede Kur’an ve Sünnet ile belirlenmiş veya icma ile sabit konularda tek seçeneği naslara bağlı kalmaktır. Onların dışında kalan genelde, içtihada müsait problemlerde ve tatbikatlarda şura ile çerçevelenmiş bir yetkisi bulunur.
Şura, halifeyi ve uygulamalarını murakabe (kontrol ve denetleme) edebilen kurula verilen isimdir. Ancak, makam olarak halifenin üstünde başka bir siyasî makam yoktur. Meselâ ordunun yönetime müdahalesi tasavvur edilemez. Şu kadar ki ordunun ileri gelen kurmayları, şura meclisinin üyeleri olarak konuşabilir ve devreye girebilirler. Şurada görev alabilecek kitleye genel olarak “ehl-i hal ve’l-akd” adı verilmiştir.
Yönetenleri ve yönetilenleriyle ümmet içinde bir sınıflaşma, ne teorik ne de pratik alanda vardır. Yönetimin en üst tabakasındakiler halkın içine en az haftada bir defa inerek onlara Cuma namazı kıldırmak durumundadırlar. İslam’ın hükümlerini uygulamakta insanlar arasında hiçbir ayrım olamaz. Ümmetin her ferdi, Allah’ın bir kuludur. Her kul, kulluğunu yapmak durumundadır. Yönetenler kadrosu ise kulluğuna biraz daha fazla sorumluluk eklenmiş kimselerdir. Fiemanillah!