“Golan ilhakı”, Trump yönetiminin salt Yahudi seviciliği ile açıklanacak bir konu değildir elbette.
Siyonist rejimin Golan’ı ilhak kararının ABD tarafından resmen kabul görmesi, bölgede son on yılın ürünü olarak değişen şartların israil lehine geniş bir manevra alanının açılmasına imkan vermesinden kaynaklanmaktadır.
Açılan geniş manevra alanı, ABD’nin Kudüs’ü başkent olarak kabul etmesini, şimdi de Golan’ı ilhak kararını resmen tanımasını beraberinde getirdi. Sonraki adım ise zaten belli; Batı Şeria ve Gazze’nin ilhak kararları!..
Belki de Trump yönetiminin ilhak kararlarını sembolize eden “Yüzyılın anlaşması” iksirinin beklemede kalmasının nedeni de işgal kavramını literatürden kaldırarak ilhaka terfi etmenin resmiyete kavuşturulması olsa gerek.
Yaşanan bu tür gelişmeler, tabii ki israil’in önünün açılması ve manevra alanının genişlemesiyle doğru orantılı gelişmelerdir.
Geçmiş dönemlerde israil’in manevra alanının daraldığı yönünde neredeyse bir ağız birliği vardı ve bu bir hakikat idi. Ancak “Arap Baharı” ile başlayan süreç ve sonrasında “Bahar”ın Suriye’de gazaba dönüşmesi, israil’in önünü açan bir sihir niteliğini aldı. Bugün israil’in hoyratlığını, ABD’nin uluslar arası kararları hiçe sayan kabadayılığını ya da Arap uşakların açığa çıkan kapıkulu tavırlarını ne kadar tartışsak da faydası yok. Çünkü bunlar sadece sonuçtur. Hatta İslam dünyasının kendi elleriyle oluşturduğu sebeplerin acı meyveleridir. Neticede dünya konjonktüründe yapılan her yanlışın, uygulanan her sakat politikanın bir faturası vardır ve şu an siyonist cephe o faturayı faiziyle beraber tahsil etme sürecine girmiş durumdadır.
* * *
2007 - 2008 yıllarında Türkiye’ye dönük “Eksen kayması” tartışmalarının uluslar arası arenada ne denli bir baskı kurma aracına dönüştürüldüğünü çoğunuz hatırlarsınız. 2004’te Türkiye ile Suriye arasında başlayan “Huu.. Komşu” kabilinden ilişkiler, aynı dönemde yine Türkiye’nin aracılık ettiği israil-Suriye gizli görüşmelerinin de başlangıcı olmuştu. Başarısızlığa uğramasından sonra Haaretz’in duyurduğu gizli görüşmelerde müzakerelerin kilit konusu Golan’ın Suriye’ye iadesi ve bunun karşılığında Suriye’nin israil aleyhine faaliyet gösteren farklı örgütlere ev sahipliği yapmaktan vazgeçmesi olmuştu. İki yıl süren gizli görüşmeler, israil’in 2006’da Lübnan’a dayattığı kapsamlı saldırılar nedeniyle kesildi.
Gizli görüşmeler başarısızlıkla neticelendiğinde Suriye ile ilişkisi devam eden Türkiye “Eksen kayması” tartışmalarının hedefi oldu. Daha önemli nokta ise, işgal ettiği Golan’ın iadesini müzakere konusu yapan israil’in bugün çok daha avantajlı ve de küstah duruma geçmiş olmasıdır.
* * *
İsrail’in manevra alanının kısıtlanması, bölge içi aktörlerin güç ve imkan kabiliyetleri ve sahip oldukları caydırıcılık faktörüyle ilgili bir durumdur. Manevra alanının genişlemesi ise tam tersidir.
İslam dünyasının en büyük handikabı “İç düşman – Dış düşman” meselesini birbirine karıştırmasıdır. Öyle ki “İç düşma”a karşı “Dış düşman”la rahatlıkla ilişki kurabilmekte, dostluk ve işbirliğine gidebilmekte, sahaya davet etmede bir beis görmemektedir. Bu mekanizma devreye girdiği anda da iyi kötü farketmez, gelen dış düşman israil aleyhine caydırıcı özelliğe sahip herkesi ortadan kaldırmaya odaklanmaktadır. Nitekim Suriye’de yaşanan durum tam da buydu.
İsrail’e mücavir Arap ülkeleri arasında israil faktörüne karşı caydırıcı özelliğe sahip tek ülke Suriye idi. Azımsanmayacak askeri gücü, uzun menzilli füzeleri ve hatta kimyasal silahlarıyla Suriye, israil karşısında en caydırıcı ülke idi. Kimsenin israil’e yan bakamadığı bir ortamda israil’e kurşun sıkan tüm örgütlerin karargahlarının Suriye’de olması, sahip olduğu caydırıcılıkla ilgiliydi. Yaşanan gelişmeler, iç savaş falan derken Suriye’nin caydırıcı askeri gücü büyük oranda iç çatışmalarda tükendi ya da tüketildi. ABD, israil ve bilumum Batı ülkelerinin Suriye’de “Kimyasal silahlar” üzerine estirdikleri fırtınalar, herhalde hümanist duygulardan kaynaklanmıyordu. Aynı mantığın şu anda İran’ın nükleer kapasitesi üzerine işlediğini de hatırlatmış olalım.
* * *
Suriye iç savaşında yaşananlar, son kerteye kadar “Vekalet savaşları” olarak adlandırılırdı. Sahada ülkeler yoktu. ABD, İran, Rusya, Türkiye vs yoktu. İsrail hiç yoktu. Suriye ordusu ve bağlı milis güçleri ile bir anda mantar gibi türeyen yüzlerce örgüt yer alıyordu. Vekalet mekanizması iflas edince her ülke vekilleri yerine kendisi müdahil oldu.
Şimdi şunu soralım; israil, süreç içerisinde Suriye iç çatışmasına karşı en sessiz ülke görünümündeyken, bugün Suriye içerisindeki hedeflere karşı başlattığı saldırılarıyla hangi vekilin veya vekillerin rolünü devraldı? “Vekalet savaşından” Asılların savaşına” dönüşen saha şartları bu soruyu sormamızı maalesef zorunlu kılıyor.
Sahada “İslam adına” ortaya çıkan herkesi ya da her grubu itham etmek istemem. Ama Golan’ın israil tarafında açılan kamplarda eğitilip Suriye’nin askeri kapasitesini yok etmeye ayarlı grupları kim sorguladı? Yaralılar için kurulan ve Netanyahu’nun defalarca ziyaret ettiği devasa sahra hastanelerini kim gündem yaptı? Dillerinden “Tekbir” eksik olmayan bu tür organizasyonların kampları, sahra hastaneleri, Netanyahu’nun ziyaretleri israil basınında çarşaf çarşaf yayınlanırken “Cihad”a ve “Müslümanlara” karşı teyakkuzde olan israil kamuoyundan neden hiçbir tepki yükselmedi? Bunların Golan bölgesi ve civarından kovulmasından sonra israil’in Suriye’ye karşı hava saldırılarına başlaması arasında bir bağ yok muydu?
Zuhur ederken ninnilerle üzeri örtülen sebepler, berbat sonuçlar doğurunca daha yeni tepkisellik oluşturuyor. Geç gelen tepki ise çaresizliğin tablosu olarak beliriyor ve hiçbir etkisi olmuyor.