Geçmişten alınmayan bir ders bugünden alınır mı, meçhul… Ama Suriye sorunundan alınacak çok ders vardır.
Suriye sorunu, 2011'de doğmamıştır. Hatta 1982 Hama katliamında da doğmamıştır. Sorun, Fransa'nın Suriye'yi 1918'de işgali ile doğmuş, Mişel Eflak'ın 1947'de BAAS Partisi'ni kurmasıyla yeni bir safhaya taşınmış, BAAS'ın 1970'te iktidara gelmesiyle bugünkü sürecine girmiştir.
BAAS, 48 yıldır Suriye'de israil karşıtı mücadeleyi sözde kendi üzerine alma aldatmacasıyla görünüyor. Ama tarih boyunca Şam İslam topraklarının düşmanlarına karşı duran toplumsal yapıyı imha etmekle uğraşıyor.
BAAS, önce Arap-Kürt demeden Suriyelileri şiddetli bir laikleştirme operasyonuna tabi tutarak Suriye'de inancı imha etmeye çalıştı. Sonra bu operasyonuna karşı koyanlara yöneldi.
Onun bu operasyonunu fark eden tek yapı Müslümanlar Kardeşler idi. BAAS, bütün imkânları ile Müslüman Kardeşlerin üzerine vararak israil'e karşı sistematik bir düşmanlığı yapabilecek olan tek örgütlü yapıyı ortadan kaldırdı.
BAAS, “Ulusalcı Arap sosyalizminin lideri olarak israil'le ancak ve yalnız ben savaşırım!”, dedi. Böyle dedikçe İslam'ın bu nadide coğrafyasını daha çok israil'e verdi.
BAAS, Suriye topraklarıyla yetinmedi, Lübnan'daki israil karşıtı yapıyı da yeniden şekillendirdi, sözde israil karşıtlığını Suriye, Lübnan ve hatta kısmen Filistin'de, tarihî Şam coğrafyasının bütününde denetimine aldı. Bu mücadeleyi kısır döngüye mahkum etti.
Filistinliler çaresizlik içinde BAAS'a inanmak zorunda kalmış olabilirler! Allah aşkına biz, BAAS'a nasıl inanabiliriz? Kendi coğrafyasında israil'den daha zalim iken nasıl olur da israil'e karşı mücadelenin onun tarafından himaye edildiğini düşünebiliriz?
BAAS'ın son mahareti ise Suriye'de 2011 sürecinden sonra iktidarda kalma inadında bulunarak Suriye'yi dış güçlerin müdahalesine açmak oldu.
Dış güçler kasıtlı bir şekilde Suriye'de tarafların birbirlerini tüketmesini beklediler. Taraflardan birinin diğerine karşı zafer kazanabileceği umudunu kasıtla oluşturdular.
Nihayet Suriye, hiçbir tarafın kazançlı çıkmadığı günlere geldi.
Suriye tükenişi yaşıyor ve şimdi israil, Yahudi lobisi üzerinden iyice köşeye sıkıştırdığı Trump'ın desteği altında o tükenen Suriye'ye girmek istiyor.
Bunun böyle olacağı belli değil miydi?
Dünyada kimi coğrafyalar vardır. Sınırları iç içe geçtiği için selametleri bütünlük içinde bulunmalarına bağlıdır. Bölünmeleri çatışma getirir. Çatışma, dış istilaya yol açar.
Suriye, tarih boyunca böyle bir coğrafya olmuştur.
Ah… Gözlerimizi yarını görecek şekilde açmak için, neden yüce Allah'ın verdiği geçmişe bakma imkânından yararlanmayız?
Kahrolasıca romantiklerin heyecanına neden kapılırız, onların hayal dünyalarında ördükleri yanlışlara neden inanırız?
Çaresizlik, insanı romantik yapar.
Ama Allah'a inanan çaresiz olur mu hiç? Biz, neden çaresizler gibi düşünüp Suriye'nin yapısına bakmadan taraflardan herhangi birinin diğerini yok ederek Suriye'ye hâkim olabileceğine inandık?
Bu uğurda savaşanlara neden dur, diyemedik?
Kontrol edemedikleri krizleri doğuranlar, bu krizlerle uluslar arası güçlere sürekli ekmek çıkaranlar, bu romantikler değil midir?
Hakikat bu kadar açık iken neden hâlâ “Niye böyle oldu?” sorusunu sorarız?
İslam dünyasının son dönemdeki üç sorununu yoksulluk, tefrika ve cehalet olarak görenler, ne güzel görmüşler! Ama her felaketin başı cehalettir, bunun için İslam, düşmanına cahiliye demiştir.
Suriye'de ne yaşadıysak cahiller yüzünden yaşadık…
Bizim Suriye'den dün ve bugününden alacak çok dersimiz vardır.