Bizim yaş ve üstü kişiler Bulgaristan’ın 80’li yıllarda Türklere yaptıkları zulümleri ve bu zulümler nedeniyle yüz binlerce Türk’ün Türkiye’ye gelmek zorunda bırakıldığını hatırlarlar. Türkiye’de de Bulgar rejiminin bu ırkçılığı hem resmi ağızlardan ve hem de kamuoyu tarafından telin ediliyor ve çeşitli protesto eylemleri yapılıyordu. Hatırlıyorum, biz de üniversiteliler olarak o ırkçı rejimi telin mitingi düzenlemiştik.
Hatırlanacağı gibi, o zamanlar ırkçılık yapan sadece Bulgaristan değildi. Kimi rejimler vatandaşlarının rengine, kimileri diline ve kimileri de varlığına tahammül edemiyor ve onları olmasında zerre kadar etkilerinin olmadığı bu fıtri özellikleri nedeniyle çeşitli zulümlere maruz bırakıyorlardı.
Her ne kadar yaptıkları kötü olsa da ben genelde Allah’a inanmayanların veya O’na şirk koşanların ırkçılık yapmalarına bir anlam vermişimdir. Ama Allah’a iman edenlerden bazılarının da aynı zulümleri yapmalarını hala anlayabilmiş değilim. Ve hep kendime şunu sormuşumdur; acaba bu Müslümanlar bir kavmi inkâr etmenin veya bir dili yasaklamanın yahut bir dili kısıtlamanın haddizatında Allah’ın ayetlerine karşı bir savaş anlamına geldiğini bilmiyorlar mı diye…
İvan Vahdetov da, Beyan Yayınlarına “Çevirmen” adıyla bastırdığı anılarının bir bölümünü bu cehaleti sorgulamaya ayırmış. İyisi mi, sizi Vahdetov’un bir ilkokul anısıyla baş başa bırakayım:[1]
“İlkokula yazıldığım gün elimde tek bir anahtar vardı: ‘Türkçe’. Hiçbir kapıyı açmadığını, daha doğrusu açmasına izin verilmediğini çok geçmeden anladım. Varlığın bir anahtarı olarak ‘Türkçe’ ile kendi evimin kapısını açmaya kalktığım her seferinde başkasının kapısını açmaya çalışan bir hırsız muamelesi gördüm.
Bir gün öğretmen yoklama yaparken adımı söyledi, ben de artık ezberlediğim ‘Bulgarca’ ‘Тук съм-Tuk sŭm’ kelimesini söyleyeceğime boş bulunup “buradayım” deyiverdim. Kapıyı zorlayan hırsızı elindeki suç aleti ile birlikte yakalamıştı. Elindeki cetvelle ağlatıncaya kadar dövdü. Kapı kilitliydi ve kapıyı açmak için elimdeki anahtarı kullanmama izin verilmiyordu.
Dedem sıklıkla: “Ya Mufettih’l-ebvab” derdi. Soranlara da, “Ey kapıları açan Allah’ım” demektir diye cevap verirdi. Bir anahtara mani varsa başka anahtar edinmek gerekiyordu. Öğretmen köklerimin üzerinde büyümeme izin vermiyor, tam tersine eğilmemi, bükülmemi istiyordu. Köyün ilkokulu kelimenin tam anlamıyla beni köklerimden koparmaya, başka bir kalıba sokmaya çalışan bir “eğitim” kurumuydu. Yarım asrı geçkin ömrümde Allah’ın bahşettiği fıtri anahtarı kullanmama engel olarak Allah’ın yarattığı evrenin kapılarını üzerime kilitleyip beni inkârın soğuk mahzeninde bükülmeye zorlayanlara karşı kapıları kurcalamaktan vazgeçmedim. Onlar sahip olduğum yegâne anahtar olan ‘Türkçeyi’ almak istediler ama ben üç anahtar…” Devamı Çevirmen’de…
Birçok şaheseri Türkçemize kazandıran Vahdettin İnce’nin, hacmi küçük ama içeriği dopdolu olan bu eserde sadece rejimin Vahdetov’lara reva gördüğü zulümleri öğrenmiş olmayacaksınız. Hangi şartlar altında olursa olsun hiçbir zorba güç önünde eğilmeden onurlu yaşamanın anahtarlarını da edineceğinizden eminim.
[1] Metindeki