Annelerimiz bizlerin doğumunu, toplumsal veya iklimsel olaylarla hatırlamaya çalışırlardı. “Evladım, sen fırtınalı bir günde doğmuştun” diye başlayan sohbetleri dinleyenlerimiz çoktur. Ama onun doğumu, 06 Şubat 1973 diye net bir tarih ile belirlenmişti.
Doğmak için güzel bir aydır şubat. Sadece doğmak için değil, ölmek için de seçilmiş bir aydır. Bizimkisi de öyle yaptı. 20 Şubat 1992’de aramızdan ayrıldı. Bu ayda doğup, yine bu ayda ölmek ayrıcalıklıydı herhalde.
Eski masallarda; “Yenilip, içilip karşıdakinin hüsnü cemaline bakmak” diye bir güzellik tanımlaması vardı. Öyleydi şubat doğumlumuz. Heybetli duruşu, bir aylık mesafeden hissedilirdi.
Fakat siz bakmayın bu haşmetli duruşa. Karşısındakine öyle görünürdü. Yanındakine ise gayet sevecen ve müşfikti. Hem O, daha bir lise talebesiydi.
Annesi sık sık kendisini ziyaret ederdi. Ne yapsın kadıncağız? Oğlunu lise okusun diye göndermişti köyden. Ama bizimkisi, koca bir davayı yüklemişti sırtına.
Anne, bir gün yine yola düştü. Oğlu için yanına biraz harçlık ve bir sepet yumurta almayı da unutmadı.
Evladını bir daha gördü. Hepimize söylenen sözleri tekrarlardı ona: “Oğlum bu dava sana mı kaldı? Bu kadar molla, müderris, şeyh var. Hem sen daha 18’sindesin. Biraz yükünü ağırlaştırmıyor musun?”
Nafile.
Bu tür sözler ashap tavırlı liselimize işlemiyordu. Karşısındaki bir anne dahi olsa, davanın yükünü sırtından indirmeye hiç niyeti yoktu.
Bu kararlı tavır karşısında söylene söylene giden kadıncağız; “Koca davayı sırtlamak benim oğluma mı kaldı?” diyordu. Köyden getirdiği yumurtaları şöyle bir kenara bırakmıştı. Harçlığa da duvarda asılı duran montun cebine sıkıştırdı.
Aslında şu an güzel bir omlet yapma vaktiydi ama çoluk çocuklu aç abileri vardı liselinin. Ayağa kalktı, montunu giydi, ellerini cebine koydu, annesinin bıraktığı parayı çıkarıp baktı. 50.000 (Şimdi ki para ile 50) liraydı. Yumurta sepetini de aldı.
Bunlara kendisinden daha muhtaç bir abisinin evinin yolunu tuttu: “Abi bunları annem getirdi, benim ihtiyacım yok, çocuklar yer” dedi. Ayrıca aldığı harçlığa da çocuklardan birinin eline sıkıştırdı.
Parayı almamak için nazlanan abi, daha fazla ısrara dayanamadı ve kabul etmek durumunda kaldı: Gülerek; “Hayret, bu ay bana 55 lira telefon faturası gelmişti. Nasıl ödeyeceğim hususunda kara kara düşünüyordum. İşte Allah 50’sini gönderdi. Kalan 5’ini de başka bir yerden gönderir” dedi.
Gülüştüler.
Oradan ayrılacağında: “Abi saçlarım çok uzamış. Şöyle bir damat tıraşı olmak için karşıdaki abinin evine gideceğim. Damdan beni izleseniz iyi olur. Sağ selamet ulaştığımı görürseniz aşağı inersiniz” dedi liselimiz.
Bu dersi şehadet öğretmenlerinden almıştı herhalde. Bir damat gibi tıraş olmayı, temizlenmeyi Reci’deki öğretmen Hubeyb’den yadigâr almıştı. Sonra Kerbela’daki öğretmeni de son gecesinde temizliğini yapmak üzere, bir çadıra girmişti. Şehadete gitmek, damat gibi hazırlanmayı gerektirirdi.
Abisi, liseliyi bir güzel tıraş etti. Artık gitmeliydi. Çünkü bir başka abisini şer odaklarından korumalıydı. Sokakları hızla geçti. Ara ara siyah montuna düşen saç kırıntılarını temizlemeyi de ihmal etmiyordu.
Heybetli yürüyüşünden dolayı katilleri yaklaşamadılar ona. Uzaktan uzağa nazenin bedeni hedeflemişlerdi. Siyah montlu damat vurulmuştu. Olduğu yere yığıldı. Yarım saat yerde kaldı. Havanın gerginliğinden, damadın yaralı olması pek kimseyi ilgilendirmiyordu. Zaten yaralının da iyileşmeye pek niyeti yoktu.
Şubat ayı gelince liselinin doğum günü düşer aklıma. Ölüme damat gibi hazırlananların, doğum günleri kutlanmalı bence.
İyi ki doğdun Damat.
İyi ki doğdun Muhammed Said Bozkurt.