Partiler açısından sıcak ve hareketli bir döneme daha girilmek üzere.
Ziyaretler, mitingler, görüşmeler…
Cumhurbaşkanlığı seçimleri için adaylar belirlendikten sonra çalışmalar yoğun bir şekilde başladı.
Erdoğan her zamanki üslubuyla çıktı yine meydanlara. Anayasal yetkilerini kullanacağını söyleyerek seçilmesi durumunda yönetimin fiili olarak bir yarı başkanlığa dönüşeceğinin sinyallerini veriyor.
Başbakan olarak konuşuyor ve başbakanlığında yaptıklarıyla cumhurbaşkanlığına aday olduğunu söylüyor.
Bu arada seçim çalışmalarına Samsun’dan başlayıp Erzurum’la devam etmesi bazıları için sembolik, bazıları içinse ürkütücü bir anlamı taşıyordu.
Atatürk’ün izinin takip edilmesi kimilerine göre “yiğit düştüğü yerden kalkar” misali cumhuriyetle bir hesaplaşma, hatta bir yeniden dizayn çalışmasıydı.
Erdoğan, sanki seçimden çok seçim sonrası üzerinde çalışıyor.
Demirtaş’ta bir söylem değişikliği hemen göze çarpıyor.
“Halkların adayı” olduğunu söylüyor ve keskin söylemlerden özenle kaçınmaya çalışıyor. Tabii bunun ne kadar devam edeceği belli olmaz. Seçimlere doğru ortam ısındığında söylemler değişebilir.
Bu arada bir HDP klasiği olarak eşcinsel gruplara yönelik verdiği mesaj, bozulmanın bireysel değil örgütsel bir hal aldığını göstermesi açısından önemliydi.
İhsanoğlu ise “çatı adayı” olduğu için birçok dengeyi gözetmek zorunda olduğunun farkında; ama sanki milliyetçi-muhafazakar oyları çantada keklik gördüğü için daha çok sol-liberal-Kemalist kesime sıcak mesajlar veriyor.
Anıtkabir ziyaretleri yapıyor, Alevi derneklerinde görünüyor.
Türk Solu isimli dergiyi eline alıp poz veriyor.
Bu arada siyasete ısınıyor.
Hükümetin politikalarını eleştirirken kendisinin başka özellikleri deşifre oluyor.
Bilinçaltına gizlenmiş, her ortamda açığa çıkmayan özellikler…
Suriyeli mültecilerden şikâyet eden birine verdiği cevaba bakın: “Suriyeli mülteciler hatta mülteci statüsünde olmayan bir milyondan fazla insan buraya girdi. Türkiye’nin buna kapı açmaması lazımdı”
Evet, Suriye’de bir ateş yanıyor ve birçok insan o ateşten kaçıyor.
Ölümden kaçanlar için “kapının açılmaması” gerektiğini söylüyor İhsanoğlu.
Batıcı ve konformist bir düşünce böylece deşifre oluyor.
Sınır kapılarından önce gönül kapılarının kapandığı bir süreç yaşadı batı dünyası.
Onlar doğuyu sömürdüler ve zenginleştiler.
Refah içinde yaşamaya başladılar ve bu refahlarını ilkin sadece biyolojik olarak batılı olanlarla paylaşmaya çalıştılar.
Sömürgelerden gelenlere zihinsel anlamda dönüşmedikleri sürece hiçbir yerin kapılarını açmadılar.
Kapılar kapalıydı.
Hem gönül kapıları hem de ülkelerinin kapıları kapalıydı.
Gizlice girmek isteyenler engelleniyor, gemileri batıyor ya da batırılıyor.
Göstermelik mahkemelerde yargılananlar var ama herkes bunun bir devlet politikası olduğunu bilir.
İşgal ettikleri, yakıp yıktıkları ülkelerin insanlarına bu muamelelerde bulunuyorlar.
İşte İhsanoğlu’nun mültecilere kapıların açılmaması yönündeki sözleri bana bu zihniyeti hatırlattı yeniden.
Milliyetçilere, rahatı bozulanlara, bencillere verdi mesajını.
Aynı yerdeyiz, aynı şeyleri düşünüyoruz, demek istedi İhsanoğlu.
Ama asıl mesaj batıya verildi. Kendisinin seçilmesi durumunda batılı değerlere yönelişin devam edeceğini ısrarla belirtiyor İhsanoğlu. Televizyon programlarında laikliğin önemine vurgu yapıyor.
Ama ulusalcı Kemalistlerin ekseriyeti ikna olmuyor.
Aşırı solun zaten ikna olmak gibi bir niyeti yok.
Milliyetçi kesim de seçim sürecindeki duruşundan dolayı küsebilir.
Böylece İhsanoğlu geçirdiği dönüşümle baş başa kalabilir.
Hafızalarda telaffuz edilmekte zorlanılan bir isim ve mültecilere kapıların kapatılması gerektiğini ileri süren bir İslam İşbirliği Teşkilatı eski genel sekreteri kalır.
Başka bir şey değil.