Hatırı sayılır akşamlardan biriydi. Sonbahar süratli adımlarla kışa dönmekle meşgul, günler kısalmaya sanki artık mecburdu. Muhsin Bey, Fatih’in ara sokaklarında yıllardır görmediği, belki de artık kendi hayatı içinde çokta bir anlamı kalmayan, yaşadığı yıllar içinde kıymetini yitiren bu şehrin 20 yıl önceki haliyle bugün ki mevcut değişimleri de dikkatle inceleyerek, tepeden tırnağa yorgun bir sükût içinde yürüyordu.
Hayatının elle tutulur bir bölümünü Londra’nın gri gök perdesi altında ve sevimsiz semti Brixton’da bir lokanta işleterek geçiren Muhsin Bey, bundan tam olarak dört gün önce ağabeyi Suat Beyin ani bir kalp krizi sonucu sabaha karşı evinde vefat ettiği haberini almış, haberi alır almaz ilk uçakla Türkiye’ye gelmişti. Ağabeyinin cenaze namazında son vazifesini yerine getirmiş, defin sırasında donuk bakışlarla etrafında gördüğü acılı yakınlara bakıyordu. “Eskiden yakın olanlar, şimdi hepsi birer yabancılar…” diye geçirmişti içinden.
Şimdi ise eski bir dostunu görmek için Suadiye’den Fatih’e gelmiş, soğuk ve kalabalık sokak aralarından, şehir telaşesinden, seyyar satıcılardan sıyrılarak aradığı yeri bunca zaman sonra bulmakta güçlük çekse de şimdi tam olarak bulmak için ter döktüğü yerin önündeydi.
Hatırı sayılır akşamlardan biriydi. Eski bir kitabevinin tahta taburelerinde, demli bir çay eşliğinde karıştırılan, arka fonda çalan ve Korsakov’un kalplere şiir yazan sanatıyla hatırası bir toplu güzellik arz eden yıllanmış kitapların kokusunu duyumsuyordu şimdi. Kaybettiklerinin aslını astarını hesaba katmadan, yıllardır içinde taşıdığı ve adına yaşamak dediği, uzak ülkelerde geçirdiği yılları düşündü ve mukabili bir ömür olan hüküm belirtici kararların hayat çizgisini nasıl da keskin ayırımlara sürüklediğini anımsadı. Haklı mücadelelerin nefsani girdaplardan yorulduğu ve kişisel bahaneler seremonisinde ansızın noktalandığı dönemlerden arta kalanları düşündü. En güzel zamanların nasıl da sessizce hayatından çekip gittiğini, yaşamı ile ilgili yaptığı matematiksel işlemlerde tüm yaşanmışları çıkardığında geriye yalnızca akşam saatlerinde, kimseler yok iken kalbinin hizasında atan yumruk büyüklüğünde kan topağı bir hüzün kaldığını o da çok iyi biliyordu.
Az sonra kitabevinin kapısından beklediği kişi girdi. Düşüncelerden sıyrıldı. Yıllardır görüşmediği, yurtdışında kaldığı müddet boyunca birkaç telefon görüşmesinde sesini duyduğu eski dostu, yakın arkadaşı Ahmet Bey, yirmi yıl önce yani öğrencilik yıllarında haftanın birkaç gününü geçirdikleri kitabevinde buluşmak istemişti. Aslına bakılırsa Muhsin Bey geçmiş zamana gitmek, eski günleri, eski acıları ve mutlulukları hatırlamak konusunda kallavi bir ikilemin ortasında kalmış olsa da eski dostunun bu samimi isteğini reddedemezdi.
Eski bir dostu görmek hem de bir ömür sonra… Aynı çatı altında ve aynı saatte. Zamanın değiştirmek için çaba sarf ettiği ve çoklukla yenilgiye mahkum olduğu kendi varlığını durmadan yenileyen kavi bir duygu bütünüydü dostluk özlemi. Hem de siyasal kargaşalar, ekonomik ve toplumsal buhranlar altında ülkelerin ve halkların çıkış yolu aradığı, inançlı ve hür fikirli insanlara baskıların günden güne arttığı bir dönemde başlamışsa, arkadaşlık çizgileri daha derin olurdu.
Dünya temkinli neşesini teceddüt inkısarı altında kaybetmek üzereyken, esrik ve tantanalı bütünleşmelerin muhtemel tecellisi içinde, çağın eşiğinden atlayan insanlığın; bir başka dünyanın merkez üssüne ayak basarken, altından geçen uçurumun farkında olmadığı dönemlerde tanışmışlardı.
Uykudan gözünü bir parça sıyırarak yaşadığı çağın karanlık taraflarını gören gözlerin, bu tartışmalı kesafet karşısında görme hassasiyetini yitirdiği, zihinsel kayıplar yaşayarak kahrolduğu zamanlardı.
Yeryüzünü her yanından kuşatan, üstelenerek çoğalan felaketlerin vehameti, bu toplumcu gerçekçi ve de hayati tehlikesi yüksek bilançonun yıkıcı ağırlığını fark edenler; bu yaşama yükü altında her geçen gün biraz daha eziliyordu.
Muhsin Bey ve Ahmet Bey istikbal inkılaplarının insanlık sahrasında meydana getirdiği umutsuz fiyaskolar devrinde kadim İslam kaynaklarını okuyor, dünyaya akın akın yayılan kültürel ve askeri emperyalizmin karşısında, dünyanın ve insanlığın varlığını ve hukukunu gözeten yegâne dünya nizamının İslam olduğunu, İlahi mektepten süt emmeyen her fikrin insan idrakine giydirilen birer deli gömleği olduğunu savunuyorlardı. Tüm Müslüman dünyadan da benzer sesler yükseliyordu. Muhsin Bey ve Ahmet Bey, bir tarafı hararetli ve diğer bir tarafı soluk bu öyküde yedikleri ve içtikleri ayrı gitmeyen iki hukuk öğrencisidir öykü yazarının haberdar olduğu kadarıyla. Belki de öykü yazarı bu iki arkadaştan önce bu samimiyette başka bir kimse ile karşılaşmamıştı.
Sonra bir gün geldi, yıllar süren bir Şubat başladı. Bir ayın yıllar sürdüğü, hatta kimileyin bin yıl süreceği söylentisi görülmüş şey değildi. Demir yasaklar ile örüldü dört baştan dünya. Bir terlemiş istifa ile başladı bu darp edilme günlüğü. İmam Hatiplilere çifte standart düzeneği kuruldu. Başörtü yasakları, ikna odalarında “teslim ol!” çağrısı yapılan inançlı genç insanların durumu tarihin, kalemin ve mürekkebin yazmaktan utandığı sayfalara dönüştü o karanlık günlerde. TV kanallarında her gün alay konusu haline getirilen dini meseleler, toplum hafızasını mahveden tahrip gücü yüksek pespaye programlar, fakülte önlerinde eylem yaparak eğitim ve öğretim hakkını arayan öğrenciler, namaz kıldığı için fişlenen devlet memurları, sistematik kumpaslar, tutuklamalar, yargısız infazlar, cadı avları bitmek bilmedi. Nefes alacak bir koridor, inşirah bulacak bir gölgelik kalmamıştı. Taşlanmak tarih kadar eski bir hadise, inanmışların değişmez yazgısıydı.
İşte böyle bir hal-i pür melal içre Muhsin Bey; doğup büyüdüğü, sevinç ve mutlulukların, acı ve hüzünlerin ne demek olduğunu öğrendiği, cami avlularında Ramazan akşamlarında koştuğu, bazen aç kaldığı ve bazen doyduğu memleketinde artık yaşama ümidini karlı bir günün sabahında yitirmişti. Ahmet Bey tam olarak o günlerde, gece yarısı evinden alınmış ve kanunsuzluk namına tutuklanmıştı.
Muhsin Beyin ailesi bu olay ile hepten tedirgin olmuş, çocuklarının başına bir şey gelmesi endişesiyle bir hal çaresi aramaya koyulmuşlardı. Uzun uğraşlar neticesinde Muhsin Beyin Londra’ya, dayı çocuklarının yanına gitmesi gerektiği formülünü bulabilmişlerdi.
Muhsin Bey itiraz etmişti. Kalacaktı! Ne olursa olsundu! Fakat ailenin bu durumun geçiciliği, bu suyun kısa bir süre sonra elbet durulacağı telkinleri neticesinde o karlı günde sabah namazında evden çıkmıştı. Ailesiyle kapı önünde kederle helalleşti ve Londra’ya giderek dayı çocuklarının işletmekte olduğu bir lokantada, gece vardiyasında çalışmaya başlamıştı. Nitekim ailesinin endişesi de boşa çıkmamış, Ahmet Beyden sonra Muhsin Bey için de soruşturma açılmıştı.
Hukuk fakültesini bırakıp gitmişti Muhsin Bey. Ahmet Beyi ve daha nice dostunu bırakıp gitmişti. Birkaç kez Ahmet Bey ile iletişime geçmek istese de, tüm denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ümidini yitirmiş ve hayatın paslı zincir ve prangalarına vurularak olağan akışın tüketici suretine kapılmıştı.
Aradan yılların nasıl geçtiğini, hayatın insanı nasıl değiştirdiğini ve en kötüsü de insanın tüm durumlar karşısında alışmak zorunluluğu ve çaresizliğinin üzücü etkisini anlamak için bunca yılın geçmesi gerekiyor muydu, bilmiyordu.
Ahmet Bey, birkaç yıl sonra tutukluk halinin sonlanmasıyla hayatına dönmüştü. Kara bulutlar da yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. O da eğitim hayatına devam ederek kendi alanında, insan hakları üzerine ihtisas yapmaya başlamıştı. Evlenmiş ve ikisi kız biri erkek üç çocuk ile hayatın olağan akışında, öykü yazarının beyaz sayfasında yerini almıştı.
Yıllar sonra yine karşılaşmışlardı eski dostu Muhsin Bey ile aynı yerde ve aynı saatte. O eski okumalarını, tartışmalarını düşündü. Tüm zorluklarla beraber ne güzel günlerdi dedi.
Çaylar gelince iki eski dost sıyrıldı geçmişin tüm düşüncelerinden. Ahmet Bey sordu, “Ne zaman geri döneceksin Londra’ya?” Muhsin Bey, “Yarın gece uçağım var…” Ahmet Bey, “Çok değişmişsin Muhsin.” Muhsin Bey, “Hiç değişmemişsin Ahmet, bıyık boşluğun da değişmemiş.” Güldü Ahmet Bey, “Bir sürgün, bir mahkum, ikimizi toplasan özgür bir insan etmez…” Muhsin Bey, “Haklısın ama alıştık yıllar içinde, alışmak zorundaydık…” Ahmet Bey, “Bir daha ne zaman gelirsin Türkiye’ye?” Muhsin Bey, “Allah bilir, belki de bir daha gelmem. Hem kim kaldı ki burada? Bir kıyamet rüzgarı esti ve hepimiz yapraklar gibi dağıldık başka başka dünyalara…” Ahmet Bey hafif mütebessim çehresiyle, “Bakarsın biz geliriz seneye…” dedi. Muhsin Bey anlamsız gözlerle baktı. Hafif bir sessizlik oldu. Sonrasında içeri simaları tanıdık yedi sekiz kişi girdi. Bu gördükleri arkadaş gruplarının geri kalanıydı. Gözlerine inanamadı. Ahmet Bey, “Hepimiz bir rüzgar ile dağıldık başka dünyalara, tıpkı yapraklar gibi. Ama başladığımız noktaya geldik nihayet. Keşke sen de bu zamanlarda yanımızda, yöremizde olsaydın Muhsin. Allah şahittir, hepimiz seni çok özledik…”
Muhsin Beyin gözleri doldu. Bir zamanlar bu gençlerin arasında en neşeli isim iken; geçen yıllar içinde tüm neşesini kaybetmiş, asık suratlı, yaşayan bir cenazeye dönmüş olan Muhsin Bey şimdi eski dostlarına pejmürde bakışlarla bakıyordu. Değişen dünyaya, değişen insanlara ve tüm değişkenler karşısında sabit kalabilen ve değişmeyen dostluklara bakarak iç geçirdi.
O geceden sonra Muhsin Bey Londra’ya döndü. Birkaç ay kaldı. Hayatına kaldığı yerden devam edemedi. Dayanamadı Muhsin Bey ve bu hatırı sayılır buluşmadan tam on beş ay sonra, evini ve sahibi olduğu lokantayı satarak karlı bir sabah vaktinde; doğup büyüdüğü, sevinç ve mutlulukların, acı ve hüzünlerin ne demek olduğunu öğrendiği, cami avlularında Ramazan akşamlarında koştuğu, bazen aç kaldığı ve bazen doyduğu memleketine döndü. Yeni bir hayata başlama ümidiyle, öykü yazarı belki daha güçlü bir kurgu ile daha iyi bir iş çıkarır ve daha güzel bir öykü kaleme alır düşüncesiyle geri döndü.
Orhan Özsoy