Önce Arapların kulağına üflendi:
“Siz Arapsınız, Kureyşi'siniz, üstünsünüz; Hilafet sizin hakkınızdır!”diye.
Sonra Türklerin,
“Ne Arap'ın yüzü ne Şam'ın şekeri...”
“Ne mucize ne efsun!
Ne örümcek ne yosun,
Çankaya bize yeter!
Kabe Arab'ın olsun...”
İslam'la olan savaşlarında yeni bir silah keşfetmişti Batı veya “mimsiz medeniyet”:
“İlkel milliyetçilik”
En hafif tabiri ile karpuza kabak aşısı vurmuştu.
Tuttu mu peki, maalesef evet.
Türkçülük ya da Arapçılık yap(tırıl)an unsurlar, Batı adına tam bir kahyalık yaptıklarının farkında bile değillerdi.
“Ya Eyyüheş-Şebab'ul Arap!”(Ey Arap gençliği) denilerek kendilerinden geçirilen Arap gençler, petrol vanalarını kendi elleriyle Batı hesabına sonuna kadar açıyorlardı.
Akıttıkları şeyin bir halkın kanı, canı, kimlik ve kişiliği olduğunu fark etmeyecek bir mankurtlukla!
“Ey Türk Gençliği, Ey Türk titre ve kendine dön!” söylemleri ile harp okullarında yetiştirilen genç Türk subayları, gericiliğe(!) karşı devrim (darbe) yaptıklarını zannederken, “Bizim çocuklar başardı!” şeklindeki kriptolu mesajlara konu olduklarının farkında bile değillerdi.
Evet, darbe yaptıkları şeyin özleri, tarihleri, kendileri olduğunu fark etmeyecek başka şekil bir mankurtlukla!
Karpuzun içine gizlediği kabaklarını satmanın tadına varan “aşıcı” için zarf hiç önemli değildi elbet.
Biri Türküm, diğeri Arabım diye bağırsa bile mazrufta, bilerek veya bilmeyerek “Anglo-Sakson” çıkarlara hizmet ediyorlardı.
Peki ya Kürtler?
Acaip bir şey oldu, Diyarbakır karpuzu kabak aşısını tutmadı.
Doku uyuşmazlığı yaşandı.
Uzatılan kabağı (İngiliz elini) elinin tersi ile reddetti Berzencli Şeyh Mahmud
Hittin'in acısını henüz unutmadan ikinci bir darbeye maruz kalan aşıcı, “Uslanmaz bunlar!” diyerek ağacı budamaya karar verdi.
80-90 yıl nadasa bıraktı ve en uygun zaman için fırsat kolladı.
Arapların Arapçılığından, Türklerin Türkçülüğünden, Farslıların Farsçılığından harap ve bitap düşürülen Kürt gençlerinin arasında bilinçli ve sistematik bir şekilde yaygınlaştırılıyordu bu zehirli bal şerbeti.
Hatırı sayılır bir kesim bu zehirli şerbetten içmek istiyordu.
Ve nihayet devreye sokuldu, “Geç kalınmış Kürt milliyetçiliği”
Halis muhlis Diyarbakır karpuzu maalesef bu kez tutmuştu kabak aşısını.
Öyle bir geç kalınmışlık ki her şey buna feda ediliyordu.
İyi insanların hiçbir şey yapmaması, kötülüğün kazanması için yeterli oluyordu.
İslam dışı din veya ideolojilerin kucağına atılan Kürt gençlerinin ahretlerinin tahrip edilmesi veya imanlarının çalınması dahi tolere ediliyordu.
Resmi tamamlamak için “Kült” işi bile halledilmişti.
Sıra, “altın vuruş”a gelmişti.
Laikçi Türkçülere “İnönü” zaferlerini(!) hediye eden “aşıcı”, laikçi Kürtçülere “Kobani” zaferlerini(!) altın tepside sunmuştu.
Evet, 90 yıldır seyretmek zorunda bırakıldığımız bir filmin çok kötü bir kopyasını bir daha seyretmek zorunda kalıyorduk.
Son sözü değerli üstad Bekir Tank'a bırakalım:
“...Sizce ‘Kürt' denince o emperyalistlerin aklına bizim mazlumluğumuz, dört ülke arasında paylaşılmış halimiz ve her gün öldürülüyor olmamız mı geliyor yoksa Selahattin Eyyubi ve onun ordusunda asker olmamız mı? Aslında Birinci Dünya Savaşı'nda oyunlarına gelmeyen Kürtleri dört parçaya mahkûm etmekle tarihi intikamlarını aldılar. Ama o cehennem yüreklerin serinlemediğini görüyoruz.
Bizden kendilerine asker olmamızı istiyorlar. Eğer bu “Sırtlan Yürekli” Richard'lara asker olur, Türklere, Araplara ve Farslara düşmanlık yapar, petrolümüzün vanalarını onlar için açık tutar ve tıpkı Saddam, Suudi Kralı ve Kaddafi gibi hizmette kusur etmezsek, bize bir Kürdistan lütfedeceklerini söylüyorlar.”