Barış Terkoğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu için söylediği “kasetle gelen sözde genel başkan” ifadesine çok içerlemiş olmalı ki, kendince Erdoğan’ın da “Kasetle geldiğini” ispatlamaya çalışıyor.
Livaneli’nin anılarından söz ediyor Barış Terkoğlu:
“Livaneli, Oktar’a 21 yıl önce yapılan operasyonda gözaltına alınan Fırat Develioğlu’nun o dönem basında yer alan ifadesini hatırlatıyor: “Recep Tayyip Erdoğan aday gösterildikten sonra bize, elinde Zülfü Livaneli’yle ilgili, devlet aleyhine söylemiş olduğu sözleri içeren bir türkü kaseti olduğunu, bu kaseti Zülfü Livaneli’nin çok eski tarihlerde Almanya’da doldurduğunu, kaseti yayımlatmak istediğini, bu şekilde oy kaybettireceğini ancak hiçbir televizyon kanalının yayımlamaya yanaşmadığını söyledi. Kasetin orijinalini aldık. Bahadır da Kadir Çelik’i aradı, Kadir Çelik kaseti yayımlattı.”
Ama şöyle de ilginç bir şey var.
Livaneli anılarında ayrıca şunları söylüyormuş: “"Ne mi var kasedin içeriğinde? 12 Mart sonrasında Livaneli’nin devleti yönetenleri, ordunun yönetimini eleştirdiği türküler: '12 Mart döneminde cuntaya karşı çıkan ve bir kısmını halkın yaktığı ağıtlarla beni vurmaya çalışıyorlardı. Oysa ben, ömrüm boyunca, o türküleri söylemiş olmaktan onur duydum.”
Terkoğlu, hocası Soner Yalçın gibi rakamlar ve alıntılarla güya hassasiyetini ortaya koyuyor:
“Livaneli, bu ağır kampanya içinde yüzde 20.3 oy aldı. Solun İstanbul’da toplamda yüzde 35 oy aldığı seçimin kazananı yüzde 26.6 ile Erdoğan oldu. Erdoğan efsanesi böylece başladı."
Ben meseleye sondan başlayayım istiyorum.
Seçimde Zülfü Livaneli’nin iki güçlü rakibi vardı.
Biri İlhan Kesici, diğer eski belediye başkanı Bedrettin Dalan. Biri DYP’nin diğeri ANAP’ın adayıydı.
Kimse zaten Recep Tayyip Erdoğan’a şans bile tanımıyordu.
Livaneli’nin klasik sol oyların altında oy alma nedeni CHP’nin korkunç belediyecilik anlayışı, İSKİ’deki yolsuzluk skandalları, akmayan sular, çöp dağlarının patlaması gibi şeylerdi.
İkinci mesele ise –eğer varsa- Livaneli kasedi, Deniz Baykal kasedi gibi bir şey değildi ki. Kaldı ki, Livaneli “ömrüm boyunca, o türküleri söylemiş olmaktan onur duydum” diyor anılarında. Eğer gurur duyduğu türküler seçimi kaybetmesine neden olmuşsa neden suçu başkalarında arıyor ki?
Ve gelelim asıl meseleye…
Barış Terkoğlu’na şunu sormak istiyorum:
Siyasi içerikli türkülerin olduğu bir kasetle Livaneli’nin seçimi kaybetmesi ile Deniz Baykal kasedinden sonra aday olmayacağını söyleyen, hemen aynı gün adaylığını açıklayan ve genel başkanlığa geldikten sonra bir daha çekilmeyen Kılıçdaroğlu olayını aynı parantezde değerlendirerek ne anlatmak istiyorsun?
Önce bunu anlat da muallakta kalmayalım.
YİNE KARANLIK ODA
Söz etmeyelim, karanlıkları içerisinde parmaklarını ısırmaya devam etsinler, diyoruz; ama bazen bizi mecbur bırakıyorlar.
Evet, “Karanlık oda”dan ve kirli dilinden söz ediyorum.
Sorsan “habercilik yapıyorum” diyecek; ama “namuslu ve dürüst” gazeteciliğin böyle bir dili olamaz.
Son örnek üzerinden gidelim.
Haber başlığı ve spotu şu şekilde:
“İslamcı gazeteden türban eleştirisi: Çarşaf ve peçesiz tesettür olmaz.
Hizbullah'a yakınlığıyla bilinen HÜDA-PAR'ın yayın organı Doğru Haber gazetesi yazarı Sezgin Özbay, türban eleştirisinde bulundu.”
Bir defa yazının başından sonuna kadar “türban” kelimesi geçmiyor.
Türban kelimesi geçmiyorsa nasıl “türban eleştirisi” diye sormayın, zihinlerinin “karanlık” yerlerinde gerekli kurguyu yapmışlardır.
Sezgin Özbay, bir Müslüman olarak tesettür konusundaki endişelerini paylaşmış, yozlaşma emarelerini eleştirmiş; ama “çarşaf ve peçesiz tesettür olmaz” dememiştir.
Bir başlığa iki yalan nasıl sığdırılabiliyormuş, herkes görsün.
Yalan, manipülatif ve karalayıcı habere iyi bir örnek; İletişim Fakültelerinde anlatılabilir.
Gelelim spota…
“Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen…”
Kime göre “biliniyor” bu bilgi diye sorsam…
“Karanlık oda”da kimlerle bilgi alışverişi yapıyorlarsa bilemiyorum; ama şeytanı işsiz bıraktıkları kesin.
Bakın “Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen” diyerek HÜDA PAR’ı, Doğruhaber’i ve Saygıdeğer Sezgin Özbay’ı kriminalize etmeye çalışıyor.
Ve bunu her seferinde yapıyor.
Dürüst ve ilkeli bir gazetecilik yapmıyor.
Mesela HDP’den söz ettiğinde hiçbir zaman “PKK’ye yakınlığıyla bilinen”, CHP’den söz ederken “HDP’ye yakınlığıyla bilinen” şeklinde bir ifade kullanmıyor.
Mesela hiçbir zaman Figen Yüksekdağ’dan söz ederken “MLKP’ye yakınlığıyla bilinen” gibi bir ifade de kullanmadı.
Kendilerinin istihbarat ilişkilerine dair dünya kadar iddia ortada dolaşırken, bu çerçevede yapılan suçlamalara adamakıllı bir cevap veremezlerken, karanlıkta durup etrafa “çamur sıçratma” daha kolay geliyor herhalde.
Mesela “Barışların MİT davası” üzerinde çok şeyler söylenebilir, öyle değil mi?
Soner Yalçın, Doğu Perinçek ekibinden ayrıldığında Aydınlıkçılar onu “ajan”lıkla suçlamışlardı. Öyle ya “Dev Yol sempatizanı” olduğu söylenen biri “Maocular” arasında nasıl barınmıştı?
Daha ilginç olan ise Perinçek’in Öcalan güzellemeleri yaptığı dönemde Soner Yalçın, onunla beraberdi.
Dev Yol’un liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu, hatıralarında Perinçek ekibinin 12 Eylül öncesi CIA ile irtibatlı olduğunu iddia etmişti.
Acaba irtibatı sağlayan kimdi?
Aslında yazacak çok şey var; ama sanırım bu kadarı bile mezkûr zihniyetin nasıl bir “karanlık oda”da faaliyet gösterdiğini anlatmaya yeter.