İran’ın dış operasyonlardan sorumlu Devrim Muhafızları Kudüs Güçleri Komutanı Kasım Süleymani’nin, 20 yıl aradan sonra ilk kez bir televizyon kanalına röportaj vermesi dikkati çekmişti. Kamera karşısında ne konuşacağı merakla beklenen Süleymani, yaklaşık bir buçuk saat süren konuşmasında, 2006 yılında siyonist terör çetesi ile Hizbullah arasında meydana gelen 33 günlük savaştaki bazı anılarını anlattı.
Süleymani, savaşın başında Lübnan'a Suriye üzerinden girdiğini ve Hizbullah Komutanı İmad Muğniye ile beraber savaştığını ifade etti.
12 Temmuz'da bir grup Hizbullah askerinin işgal altındaki topraklara girerek siyonistlere ait zırhlı araca eylem düzenledikleri ve iki yaralı siyonist askeri ele geçirdikleri olaya da değinen Süleymani, Lübnan'a geldikten bir hafta sonra, Hamaney'e Lübnan'daki durum hakkında bilgi vermek üzere İran'a gittiğini ve Hizbullah’ın Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'a mesajı iletmek için aynı gün geri döndüğünü söyledi. Süleymani, savaşın sonuna kadar Lübnan'da kaldığını açıkladı.
Röportaj sırasında Süleymani, diğer İranlıların varlığından bahsetmedi ve özellikle Muğniye ve Nasrallah ile olan yakın teması ile ilgili kişisel deneyimlerini anlattı.
Süleymani, Hizbullah'ın kalesi olan Beyrut'un güney banliyölerinde, artan terör çetesi bombardımanı karşısında, Muğniye ile birlikte Nasrallah'ı bizzat karargahından tahliye ettiğini ifade etti.
Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani, ile yapılan röportajın tamamı:
Lübnan Hizbullahı'nın Genel Sekreteriyle de son zamanlarda konuştuğunuz önemli bir konu, Lübnan'ın 33 günlük savaşıydı. Bu savaş direniş cephesinde ve bölgede büyük bir değişikliğe yol açacaktı. Siz İran Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü Komutanı olarak orada bulunuyordunuz. 33 günlük Lübnan – siyonist işgal çetesi savaşının sebeplerine değinmenizi istiyorum.
Bismillahirrahmanirrahim
33 günlük savaşın bazı gizli faktörleri vardı ki bu faktörler savaşın asıl sebepleridirler. Aynı zamanda açık faktörleri de vardı ki gizli hedeflerin bahanesi sayılırdı. Biz siyonist rejimin bazı hazırlıklarından haberdardık. Ancak düşmanın gafil avlayıp saldıracağından haberimiz yoktu. Biz iki konudan bu meseleye vardık ki savaşın hızlı ve gizlice yapılması planlanıyordu ve Hizbullah'ın yok olması hedefleniyordu. Ancak savaş iki önemli olayın vuku bulduğu sırada meydana geldi. Bunlardan birisi bölge hakkında ve diğeri siyonist rejim hakkındaydı. Bölge hakkında olan; Amerika 11 Eylül olayından dolayı bölgede kendi emniyet güçleri tarafından olağanüstü bir güce sahip olmuştu. Onun gibisi sadece ikinci dünya savaşında vardı.
Saddam'ın 1991 de Kuveyt'e saldırmasının ardından ve daha sonra ABD'nin saldırısı ve Saddam'ın yenilgisinden sonra bölge öyle bir duruma geldi ki ABD'nin ordusunun kararlılığına sebep oldu. Ancak 11 Eylül'den bu yana ABD'nin iki büyük saldırısından dolayı silahlı kuvvetlerin yüzde kırkı ABD'nin hizmetinde bölgeye girdiler. Ancak zamanla değişiklilerden ötürü bu durum yedek kuvvetler, tedbir amaçlı kuvvetler ve sahil korumaya kadar devam etti. Yani ABD ordusunun yüzde altmışından fazlası bölgemize girdiler. Sayı olarak çok geniş bir çapta bölgede bulunuyorlardı. Sadece Irak'ta 150 binden fazla asker vardı. Afganistan'da 30 bin ABD askeri bulunuyordu. Bununla beraber Afganistan'da ittifak devletlerinin de 15 bin askeri bulunuyordu. Yani 200 binlik profesyonel eğitim almış bir ordu Filistin'in yakınında bulunuyordu. Bu durum siyonist rejime bazı fırsatlar sunuyordu. ABD'nin bölgede bulunması Suriyelilerin ülkelerinde rahat hareket etmesini önlüyordu. Hem Suriye ve hem İran için büyük bir tehdit oluşturuyordu.
Siz 2006 yılındaki 33 günlük savaş zamanında merkez ülke ve direnişin anası olan Irak coğrafyasına baktığınızda, ABD'nin 200 bin kişilik silahlı kuvvetiyle bir engel oluşturduğunu görüyorsunuz. Ayrıca yüzlerce uçak, helikopter ve zırhlı araç da bulunuyordu. Doğal olarak bu durum siyonist rejim için iyi bir fırsat oluşturuyordu. Bu durum İran'ı ve Suriye'yi korkutmak için uygun bir zamandı.
O zamanki ABD devleti, Bush hükümeti sert mizaçlı bir devletti. Çabuk karar verirdi. Beyaz Saray'a hükmeden grup, siyonist rejimle beraberdi. Onlar böyle bir işe koyulmak için fırsatı uygun buldular.
Bu savaşın meydana gelmesinin ana kaynağı, siyonist rejimin ABD'nin bölgede bulunmasından istifade etmesi, Saddam'ın mağlubiyetinden faydalanılması, ABD'nin Afganistan'daki ilk başarısı ve ABD'nin bölgede yaydığı korkuydu. ABD, bölgede ve dünyadaki siyasi gruplardan kendisine muhalif olanları terör listesine alıyordu. Siyonist rejim bu durumdan faydalanmak istiyordu. Hızlı bir savaş için en iyi fırsat olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu rejim 2000 yılında yenilgiye uğramıştı. Lübnan'dan kaçmıştı. Hizbullah onu yenilgiye uğratmıştı. Bundan dolayı yeniden Lübnan'a dönmek istiyordu. Tabi işgal etmek için değil, imha etmek için.
Onların asıl niyetinin Lübnan'daki demografik yapıyı tamamen değiştirmek olduğu savaşın başında anlaşıldı. Yani ülkenin güneyinde yaşayıp da aralarında Hizbullah ile mezhebi bir bağ bulunan Lübnanlılar göç edip Lübnan'dan gitsinler. Siyonist rejim 1967 yılında Lübnan'ın güneyindeki Filistinlilere uyguladığı projenin aynısını Lübnanlı Şiiler içinde uygulamak istiyordu. Filistinlileri Lübnan'ın güneyinden çıkmaya mecbur edip Lübnan, Suriye ve diğer Arap bölgelerindeki kamplara gönderdiler. Aynısını Lübnanlılar içinde yapmak istiyorlardı. Bunların sonucunda Yasir Arafat da kendi merkezini Lübnan'ın batısına götürmek zorunda kaldı. Yani siyonist rejim Filistinlilerin komutanını yerinden etti.
Amerikalılar ve israillilerin iki önemli sözü var; savaşın başlangıcında Bush çok çirkin sözler söyledi ancak daha edeplisini Rice söyledi. Lübnan'ın güneyinde katliamlar çoğalınca, teknoloji sarhoşluğunun zirvesinde olan bombardımanlar meydana gelince, öyle ki istedikleri her yeri teknoloji inceliğiyle vurabiliyorlar ve imha ediyorlardı. Rice, kadınların, çocukların ve masum insanların feryatlarını bu çirkin söze benzetti ve dedi ki "Bu, yeni Ortadoğu'nun doğum sancılarıdır". Bu açıklama çok büyük bir projenin varlığını gösteriyor.
Ancak rejime dönen olaya gelince, rejim Filistin'de birkaç tane gemi ile büyük bir kampı tasavvur etmişti. Kampı, istedikleri kadar Lübnanlıları alması için düşünüyorlardı. İlk olarak Filistin'de 30 bin kişilik bir kampa aktarıp daha sonra bu kampta şahısları ayırsınlar. Normal şahısları diğer ülkelere göndersinler, Hizbullah'a bağlı olan kişileri de ki onlar için suçlu sayılıyorlar, tutuklasınlar. Gemileri de göç ettirmek için hazırlamışlardı.
Böylece bu aşamada savaş diğer savaşların aksine teknolojik bir dikkatle oldu. İlk olarak sadece Hizbullah'ı hedef aldılar, daha sonra güney Lübnan'ın Şiilerine kadar genişlettiler. Böylece güney Lübnan'ın demografik yapısını tamamen değiştireceklerdi. Daha sonra kendileri bu şekilde yapmak istediklerini itiraf ettiler. İlk olarak Olmert daha sonra da savunma bakanı ve ordu başkanları, "Biz bu savaşı onların gaflette oldukları bir anda yapmak istedik", dediler. Eğer onların istedikleri gibi olsaydı Hizbullah'ın çoğu büyük bir hava saldırısıyla yok olacaktı. Böylece Hizbullah'ın yüzde otuzundan fazlası ilk aşamada ciddi bir zarara uğrayacaktı. Sonraki aşamalarda da imha etmeyi düşünüyorlardı.
Anlaşılacağı gibi bu savaş önceki savaşlardan çok farklıydı. Bu savaşın kat ettiği yol, Hizbullah gibi bir müesseseyi yok edecek bir yol değildi, onun yolu ve hedefi Lübnan'daki bir taifeyi tamamen kaldırmak ve onu Lübnan'ın dışına göç etmeye zorlamaktı. Böylece düşmanın galibiyeti "Hizbullah'tan sonsuza dek kurtulmak" sonucuna vardırıyordu. Hizbullah'tan kurtulmanın şartı da Lübnan halkının büyük bir bölümünden kurtulmak demekti.
Bu savaştaki önemli bir husus da Arap ülkelerinin böyle bir savaşta israili koruması ve Hizbullah'ın ve güney Lübnan'ın Şiilerinin yok olmasından duydukları memnuniyetti. Siyonist rejimin en yüksek makamı, yani Olmert bu durumu itiraf etmiştir: "İlk defa Arap ülkeleri bir Arap müesseye karşı israilin arkasında durdular". Ancak o bütün Arap ülkelerini kast etmiyordu. Daha çok körfez ülkeleri ve Suud rejiminden bahsediyordu.
O zamanlar Irak'ın doğru düzgün bir yönetimi yoktu. Irak'ın o zamanki hâkimi, Amerikalı askeri bir hakimdi. Irak'ın yönetimi Amerikalıların elindeydi. Suriye de hafız Esed'in ölümünden ötürü, çok genç bir ülkeydi. Böylece ilk defa Arap ülkeleri Arap bir müesseseye karşı siyonist rejimin yanındalardı.
Bununla birlikte, biz 3 konuyu 33 günlük savaşın gizli hedefleri için değinebiliriz; birincisi, ABD'nin bölgedeki varlığı, ABD'nin Irak'taki hakimiyeti ve varlığından dolayı oluşturduğu korku. İkincisi, Arap ülkelerinin Hizbullah'ın yok edilmesi ve Lübnan'ın demografik değişimi için siyonist rejimin yanında olması. Üçüncüsü, siyonistlerin Hizbullah'tan kurtulmak için yerine getirmek istedikleri hedefler.
Bu savaşın gizli sebeplerini açıkladınız, peki açık sebepleri nelerdir?
Hizbullah Lübnanlılara söz vermişti. Bu sözü Hizbullah'tan başka hiçbir güç yerine getiremezdi. Hizbullah, Lübnanlı genç esirleri kurtarma sözü vermişti. Seyyid Hasan Nasrullah bir konuşmasında Lübnanlı esirleri kurtarmak için daha önceki gibi uğraşacağını söylemişti. Lübnan milleti, Müslüman, Dürzi ve Hristiyan esirlerin Hizbullah'tan başka sığınağı yoktu.
Yani Lübnan milletinin bu vahşi hükümetten korunmak için tek dayanağı Hizbullah'tı. Bazıları cezaevlerine girdiklerinde daha çocuk yaştaydılar. Daha sonra gençleşip orta yaşlılığa doğru adım attılar. İsrail önceki esir takaslarında bu tür asıl esirleri vermiyordu.
Hizbullah bu sözü verdi. İlk esir takasında bu hedef gerçekleşemedi. Daha doğrusu israil kabul etmedi. Hizbullah milletine verdiği bu sözü gerçekleştirmek için operasyon yapmaya karar verdi. Böylece istediği takası gerçekleştirebilecekti. Hizbullah istediğini yaptı ve özel bir operasyon gerçekleştirdi. Bu operasyonun komutası çok özel bir komutanın elindeydi. Bu komutana hangi isim ile hitap edeceğimi dahi bilmiyorum. Gerçek bir komutan olan İmad Muğniye bu operasyonun başındaydı. Bu komutan savaş esnasında Malik Eşter'e en çok benzeyendi. Malik Eşter'in şehadetinde İmam Ali'de oluşan hüzün, bu komutanın şehadetinde de oluştu. İmam Ali Malik, Eşter için "Ben Resulullah'ın yanında nasıldıysam, Malik de benim yanımda öyleydi", buyurmuştur. İmad Muğniye de mukavemet için aynı vasıflara sahipti. Hazreti Ali'nin sürekli tekrar ettiğimiz bir sözü vardır, "Kadınlar Malik Eşter gibi çocukları olsun diye çocuk doğurmalıdırlar". Biz de İmad Muğniye'nin durumunu ona benzetiyoruz. İmad böyle bir şahsiyete sahipti. Savaşın en zor anlarını bile idare edebiliyordu. Bu özel operasyondan da o sorumluydu.
İmad Muğniye bu operasyonu yapmayı başardı. İşgal toprakları içinde Hummer marka israil aracına saldırdı. İçerdeki iki kişiyi yaralı olarak esir aldı. Bu olay için üç operasyon gerçekleşti. İlk olarak bu operasyonun nasıl gerçekleştirileceği söz konusuydu. İkincisi yüksek, geniş ve uzun olan siyonistlerin dikenli tellerinden geçmek ve o tarafa varmaktı. Sadece vurmakla iş bitmiyordu. Geçip diğer tarafa gitmeliydi, esirleri alıp bu tarafa getirmeliydi. Bu olay çok dikkatli bir şekilde gerçekleşmeliydi. Aracın içindekiler ölmemeliydiler. Çok hızlı bir şekilde olmalıydı. Dakikalar değil, saniyelerle gerçekleşmeliydi. Düşman gelmeden operasyon tamamlanıp esirler geçirilmeliydi. Düşman sadece birkaç dakikalık mesafedeydi.
Üçüncü operasyonda onları hızlı bir şekilde düşmanın ulaşamayacağı emniyetli bir yere iletmekti.
Savaş bu bahaneyle başladı ve Hizbullah'ın noktalarına ağır saldırılar oldu. Lübnan Hizbullah'ının ilk saatlerdeki tepkileri nasıldı? Özellikle İsrail, Hizbullah'ın esir almasını bahane ederek savaşı başlattığını göz önünde bulundurursak, Hizbullah'ın tepkisini nasıl değerlendiririz?
Dikkat edilmesi gereken iki nokta var. Birincisi; Hizbullah'ın uyumsuz bir düşmanı vardı. Siyonistlere göre de Hizbullah uyumsuz bir düşmandır. Yani bu düşmanlık sürekli olacak bir düşmanlıktır. O zaman da bu süreklilik vardı. Bundan dolayı Hizbullah sürekli hazırlıklıydı. Hizbullah zihni boş ve hazırlıksız değildi. Hazırlıklıydı. Ancak hazırlığı bu operasyona has değildi. Bu operasyon farklı boyutlardaki hazırlıkların artmasına sebep oldu. Dikkatli olmayı artırdı. Ancak askeri güçler olarak hazırlık her zaman vardı. Şimdi de böyledir. Yani Hizbullah sürekli yüzde yüz hazırlıklı. Hizbullah'ın hazırlıkları başkalarınınki gibi değil. Diğerleri ilk başta sarılar, sonra kırmızıya geçerler. Ya da ilk başta yüzde otuz, yüzde yetmiş daha sonra yüzde yüze çıkarlar, Hizbullah'ın ki bu şekilde değil. Her zaman yüzde yüz hazır. Şimdi de yüzde yüz hazır. Ancak imkanlar dolayısıyla her dönem bu hazırlık farklılıklar arz eder.
İkinci hususa gelecek olursak; Hizbullah yapacağı her şeyden önce emniyetini güvence altına alır, daha sonra o işi yapar. Bundan dolayı, Hizbullah operasyon yapıp iki siyonist askeri esir alma ve takas etme kararını verince, ilk olarak bir hazırlık yaptı. Bu hazırlık iki şekildeydi. Birincisi karşılık vermede hazırlık, ikincisi zararı azaltmaya hazırlık. Bundan dolayı, siyonist rejim operasyona başladığı zamanda, özellikle ilk saat ve ilk günlerde, elinde hazır bir bilgi bankası vardı. Önceden hazırladığı bu bilgi bankasını hava kuvvetlerine verdi. Hava kuvvetleri bu bilgilere dayanarak ki Hizbullah'ın her anı en ince ayrıntılarına kadar içinde bulunuyordu, harekete geçti. Hizbullah aldığı yoğun tedbirlerinden ötürü, insani güçler ve imkânları bakımından en az zararı gördü. Hatta ilk zamanlarda hiç zarar görmedi. Düşman on gün sonra bilgi bankasının bittiğini, hedeflerini tamamladığını açıkladı. Hizbullah'a yönelik bütün hedefleri vurduğunu söyledi. Ancak daha sonra anlaşıldı ki yaptıkları her şey hedefledikleri şeylerin tam tersi olmuş. Hizbullah önlem ve girişimlerinden dolayı düşmanın hareketlerini öngörme konusunda büyük bir başarıya ulaşmıştı.
İkinci husus ise, normalde savaşları öngördüğümüzde, bu tarz savaşlar hiçbir zaman tam bir savaşa dönüşmezler. Genel olarak bir günlük bir operasyon söz konusu olurdu. Siyonist rejim şiddetli bir şekilde bir yerlere saldırırdı daha sonra dururdu. Ancak bu savaşın daha ilk başında önceden tasarlanmış olan operasyon tamamen uygulandı. Yani gizliden yapmak istedikleri şeyi birden bire uygulamaya koyuldular. Biz buna gizliden diyoruz daha sonra neden böyle olduğunu anlatacağım. Biz ancak iki hafta sonra inanç olarak bu sonuca vardık.
Neden inanç olarak olduğunu da söyleyeceğim. Ancak bilgi olarak savaşın sonuna doğru düşmanın önceden bir projesi olduğunu ve bizi gafil avlayarak saldırmak istediğini anladık. Daha çok düşmanın kendi söyleminden bu sonuca vardık. Böylece savaş gerçek bir savaşa dönüştü. Barut dolu bir ambarın birden patlatılması gibi. Sanki birden bütün proje uygulanmaya başlandı. Ve '33 günlük savaş' adındaki bu patlama gerçekleşti.
Savaşın başlangıcında siz neredeydiniz?
Ben olayın ilk günü Lübnan'a döndüm. İlk olarak Suriye'ye gittim. Lübnan'a giden bütün yollar saldırı altındaydı. Lübnan ve Suriye sınırının tek resmi kapısı uçakların ateşleri altındaydı. Uçaklar bir an bile oradan ayrılmıyorlardı. Emniyetli yolda arkadaşlarımızla irtibata geçmiştik. İmad yanıma geldi ve beni bir kısmı yaya ve bir kısmı arabayla geçilen başka bir yoldan Lübnan'a götürdü. O sırada savaşın ana merkezleri Hizbullah'ın merkezleri, Lübnan'ın güney bölgeleriydi.
İlk hafta geçince Tahran ısrarla benim Tahran'a gelip savaş hakkında bilgi vermemi istedi. Ben farklı bir yoldan döndüm. O sıralarda İnkılap Rehberi Meşhed'deydi. Ben de onun yanına gittim. Milli emniyet heyeti ve istihbarat yetkilileri oradaydılar. Meşhed'deki toplantıda olayların raporunu verdim. Verdiğim rapor acı bir rapordu. Benim gördüklerimde zaferi müjdeleyecek bir şeyler görünmüyordu. Savaş tamamen farklı, teknolojik ve dikkatli bir savaştı. Hedefler dikkatlice seçiliyorlardı. 12 katlı binalar bir bombayla yerle bir oluyorlardı.
Tophaneler için birbirine yakın köylerden birini hedef almak zor iştir. Bu köyler birbirine neredeyse bitişiktiler. Şiilerin oturdukları köylerle Hristiyan ya da Sünni kardeşlerimizin yaşadığı köyler tamamen farklıydılar. Yani birinde birisi rahatlıkla oturup nargile içiyordu, diğerine ise bir anda binlerce mermi atılıyordu. Ben bu konuların raporunu da o toplantıda verdim.
Namaz vakti girdi ve Rehber abdest almaya gitti. Ben de abdest almaya gittim. İnkılap Rehberi abdestini almıştı ancak hala kollarını indirmemişti. Döndüğü zaman eliyle bana işaret edip, 'gel' dedi. Yanına gittim. Bana, 'Sen raporun hakkında bana bir şey mi söylemek istiyordun?' dedi. 'Hayır. Ben sadece gerçekleri söylemek istedim.' dedim. 'Orasını anladım. Başka bir şey söylemek istemiyor muydun?' dedi. 'Hayır' dedim. Namaz kıldık. Toplantıya geri döndük. Benim raporum bitmişti. Ayetullah Hamaney konuşmaya başladı. Birkaç şeyden bahsetti. 'Falan kişinin savaş hakkında söyledikleri doğrudur. Bu savaş zor ve şiddetli bir savaştır. Ancak bence bu savaş Hendek savaşına benziyor'. Hendek savaşının ayetlerini okudu. Peygamberimizin durumunu, Müslümanların ve ashabın durumun hendek savaşına hâkim olan durumu aktardı. Daha sonra 'Ancak benim düşünceme göre bu savaşta zafer Peygamber Efendimizin Hendek savaşındaki zaferi gibi olacaktır. Ben çok sarsıldım. Çünkü askeri olarak böyle bir fikirde değildim. Yani içimden onun böyle dememiş olmasını diliyordum. Hendek savaşı Peygamberimizin büyük zaferiydi.
Konuşmanın devamında Ayetullah Hamaney çok önemli iki hususa daha değindi. İlk olarak 'Bence israil bu savaşı daha önceden tasarlamıştı. Gaflet anında bu savaşı başlatmak istiyordu. Hizbullah'ı bu şekilde yok etmeyi düşünüyordu. Hizbullah'ın iki askeri esir alması onların işini bozdu.' Doğrusu benim böyle şeylerden haberim yoktu. Nasrallah'ın da yoktu, İmad'ın da. Hiçbirimiz bu bilgiye sahip değildik. Ben her zaman arkadaşlarıma söylerim, yirmi yıldır Ayetullah Hamaney'in yanına giderim. Onun takvasının neticesi olarak hikmetler diline ve kalbine dökülür. Bu durumu tamamen gördüm. Onun bir konuda şüphelendiğini gördüğümde, daha sonra şüphelendiği şeyin gerçekleştiğini görüyorum. Ya da emin olduğu bir şeyin daha sonra olduğunu görüyorum. Onun bu sözleri beni umutlandırdı. Çünkü bu sözler Nasrullah'a çok yardımcı olacaktı. İçini rahatlatacaktı.
Özellikle savaşın sonunda şehitlerin sayısı çoğaldı, zarar da arttı. Nasrullah beni etkileyen bazı şeyler söylüyordu. Onları size söylemek istiyorum. Ayetullah Hamaney'in bu sözleri çok ümit vericiydi. Çünkü insanlar Hizbullah'ın iki esiri almak için bütün Şiileri tehlikeye soktuğunu düşünüyorlardı. Ancak bu konunun açıklanmasıyla Hizbullah'ın iki kişiyi esir almakla bütün Lübnan halkını kurtarmış olduğu ortaya çıkmış oldu.
Üçüncü husus da, manevi yönlüydü. Ayetullah Hamaney, 'Onlara söyleyin Küçük Cevşen duasını okusunlar', diye buyurdu. Genel olarak biz Büyük Cevşen'i okuruz. Küçük Cevşen duası halk tarafından pek bilinmez. 'Bu Küçük Cevşen duası ıstırap içinde olan insanın duasıdır. Büyük bir sıkıntı içinde olup Rabbi ile konuşmak isteyen insanın duası', diye buyurdu.
Ben o gece Tahran'a döndüm, daha sonra Suriye'ye gittim. Çok mutluydum. Çünkü Seyyid Hasan Nasrullah için çok değerli olan bir mesaj taşıyordum. İmad yeniden yanıma geldi ve beni önceki yoldan götürdü. Seyyid'in yanına gittim ve durumu ona anlattım. Hiçbir şey bu sözler kadar onu etkileyemezdi. İlk olarak onun öyle bir özelliği var ki hiçbirimiz şimdiye kadar o dereceye varabilmiş değiliz. Bence biz Velayet dersini gidip ondan öğrenmeliyiz. O İnkılap Rehberi'nin bütün sözlerine kalpten inanır, o sözleri İlahi ve gaybi bir mesaj olarak görür. Ayetullah Hamaney'in her sözüne kelimesi kelimesine olağanüstü önem verir.
Ben Seyyid'e anlattım, o da çok sevindi. Çok kısa bir süre içinde Rehber'in 'Bu savaşın sonu Hendek savaşındaki zafer gibi olacaktır. Her ne kadar çok zorlukları dahi olsa da bu savaş büyük bir zaferle sonuçlanacaktır' sözü mücahitler arasında yayıldı. En öndekilerden en arkadakilere kadar. İkici olarak Hasan Nasrullah 'Düşman önceden bu savaşı tasarlamıştı.' sözü ile insanların dikkatini düşmanın amacına çekmeyi başardı. Üçüncü husus ise, Küçük Cevşen duasının çabucak yaygınlaşmasıydı. Bu duanın irfani ve manevi açıdan çok derin içeriği var.
Bu dua çabucak yayıldı. El-Menar kanalı sürekli güzel bir sesle bu duanın okunuşunu veriyordu. Hatta Hristiyanlar arasında bile bu dua okunuyordu. Çünkü bu dua ilahi ve irfani bir duadır. Sadece bir gruba has değil. Kulluk ve ibadet etme vasfı olan, Allah'ın kudretine inanan herkesi bu dua etkiler. Bu mesaj çok etkileyiciydi. Hizbullah'ın varlığına yeni bir can verdi. Böylece Hizbullah daha ümitli bir şekilde işe koyuldu.
Siz savaş esnasında Ayetullah Hamaney'den Nasrullah'a başka bir mesaj götürmediniz mi?
Ben savaşın sonuna kadar dönmedim. 33 günlük savaş boyunca Lübnan'da kaldım. Daha sonra İran'a döndüğümde Meşhed'deki toplantının aynısına Tahran'da katıldım. Asıl yetkililer de oradaydı. Olup biten şeylerin raporunu verdim. Ayrıca ben Lübnan'dayken de her gün güvenilir bir yoldan Tahran'a rapor gönderiyordum. Bundan dolayı yetkililerin olaylardan haberi vardı.
İran'ın içinde, İran'ın davranışı hakkındaki görüşler nelerdi? Yetkililer arasında farklı görüşler var mıydı yoksa hepsi aynı görüşte miydiler?
O zaman hiç farklı görüş yoktu. Yani hepsi Hizbullah'a maddi ve manevi yardım konusunda aynı görüşteydiler. O zaman kimse bu konuda şüphe etmiyordu.
Ben oradayken de İran'daki görüşleri duyuyordum. Bu bakımdan hiç endişe yoktu. Hizbullah'ı savunma ve Hizbullah'ın zaferi için çaba sarf etme konusunda İran İslam Cumhuriyeti birlik içindeydi. Bu savunmanın ana merkezi İnkılap Rehberi olduğundan, İran'da ülkenin, İslam'ın ve İslam aleminin maslahatını düşünme konusunda hiçbir şüphe oluşmadı. Şimdi de bazı konularda farklı görüşler olabilir ancak Lübnan Hizbullah'ı konusunda hepimiz aynı görüşteyiz.
Şimdiye kadar 33 günlük savaşın detayları konusunda pek bir açıklama yapılmadı. Daha çok siyonist rejimin durumu hakkında konuşuldu. Siz sahnede hazır olan biri olarak bu savaşın detayları hakkında bilgi verebilir misiniz?
Bakınız hâlâ 33 günlük savaş hakkında söylenilmemesi gereken şeyler var. Hâlâ bu savaşın sırları ve Hizbullah'ın hareketleri hakkında yıllarca sır gibi saklanılması gereken şeyler var. Ancak söylemekte fayda olan bazı şeylere değineceğim.
Hizbullah'ın Dahiye'de bir komuta merkezi vardı. Etrafındaki binalar bir bir bombalanıyorlardı. Yani her gece 12, 13 katlı binalar yıkılıyor ve yerle bir oluyorlardı. Bu oda yeraltında bir oda değildi. Normal bir odaydı. Bir nevi aletler ve bağlantılar bu odada bulunuyordu. Bir gece savaşın bütün yetkilileriyle beraber bu odadaydık. Saat 11 gibiydi. Etrafımızdaki binalar vurulunca birden Seyyid Nasrullah'ın tehlikede olduğu duygusuna kapıldım. Onu başka bir yere götürmeye karar verdik.
Ben ve İmad birbirimize danıştık. Seyyid, operasyon odasından çıkmak istemiyordu. Onu Dahiye'den dışarı götürmeyecektik. Düşmanın gidip gelmelerden dolayı binadan şüphelenmiş olmasından dolayı onu başka bir yere götürecektik. israilin insansız hava araçları sürekli Dahiye'nin üzerinde uçuşuyordu. Bütün gidiş gelişleri rahatlıkla görüyorlardı. Hatta bir motosikletten bile vazgeçmiyorlardı. Saat gece 12 de Dahiye sessizliğe bürünmüştü. Sanki Hizbullah'ın merkezi olan Dahiye'de kimse yaşamıyordu. Oradan başka bir binaya geçmeye karar verdik ve geçtik.
İki bina arasında pek bir mesafe de yoktu. Tam binaya girecekken binanın yakınını bombaladılar. Binada bekledik. Çünkü orada güvenilir bir hattımız vardı ve Seyyid ile İmad'ın bağlantısı kesilmemeliydi. Bir bombardıman daha meydana geldi ve bu binanın yakınındaki bir köprüyü vurdular. Sanki bu bombardımanın üçüncüsü de vardı ve sıra bu binaya gelmişti.
O binada sadece üç kişi vardı, ben, Seyyid ve İmad. Bu binadan çıkıp başka bir binaya gitmeye karar verdik. Dışarı çıktık. Üç kişiydik, aracımız da yoktu. Dahiye karanlık ve sessizdi. Sadece rejimin uçaklarının sesi duyuluyordu. İmad bize, 'Siz bu ağacın altında oturun ki görünmeyin' dedi. Her ne kadar saklanamasak da. Çünkü uçakların fotoğraf makineleri insan bedeninin sıcaklığını eşyaların sıcaklığından ayırabiliyordu. Bundan dolayı orası gizlenebilecek bir yer değildi. Orada oturduğumuz zaman Müslim'in kıssası aklıma geldi. Kendim için değil, Seyyid için. Buraların sahibi Seyyid'di. İmad gitti ve birkaç dakika içinde bir araçla geldi. İmad eşsizdi. Özellikle plan yapma konusunda. Araç yanımıza varmadan önce uçak üzerimizde odaklanmıştı.
Araç bize vardığında uçak araca odaklandı. MK uçağı fotoğraf makinesindeki bilgileri direk Tel Aviv'e gönderir. Onlar bu sahneyi kendi operasyon merkezlerinde izliyorlardı. Biraz uzun sürdü ancak biz bir yeraltı koridorundan bir diğerine geçtik. Daha sonra bu araçtan adını veremeyeceğim bir şeye girdik ve düşmanı kandırarak saat iki buçuk da operasyon binasına vardık.
Dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da savaşlarda hızlı olmaktır. Ben 40 yıldır emniyet ve askeri işler yapıyorum ve bunu anlıyorum. Savaşlarda acelecilik çok fazladır. Bütün imkanları ilk anlarda ortaya dökmek için acele edilir. Hizbullah bu savaşın her aşamasında yeni bir makine ve yeni bir girişimle düşmanı gafil avladı ve şaşırttı. Bütün imkanlarını ilk anda ortaya koymadı. Seyyid'in bir sözü vardır ki düşmanı çok korkutmuştur.
Seyyid aşama aşama ilerliyordu. Her aşamada yeni bir silah kullanıyordu. Böylece düşmana en derinden saldırabileceklerini gösteriyorlardı. O zaman düşman anladı ki Hizbullah en tehlikeli ve kırmızı aşamaya kadar gidebilir. Yani Hizbullah savaşı Tel Aviv'e taşıyacak güçteydi. Hizbullah'ın bu girişimleri askeri yönüyle beraber psikolojik yönden de etkileyiciydi. Yani bir taraftan askeri operasyonlar yapıyor, diğer taraftan psikolojik olarak düşmanın başını döndürüyordu.
İkinci husus ise, askeri aletleri kullanmaktı. Düşman yaptığı geniş çaplı operasyonlarla Hizbullah'ın gücünü sıfırlamak istiyordu. Ancak düşman Hizbullah'ın bombalarından hiçbir şey kalmadığını her söylediğinde, Hizbullah öncekinden daha çok bomba ve füze kullanıyordu. Füze atmak kolay bir şey değildir. Yani füze üzerinde bombalı araçlar dolaşan bir sığınaktan kalkacak, hedefe doğru gidecek, bununla beraber onu atan kişi de zarar görmeyecek. Çok zor bir işti.
Üst düzeydeki hazırlıklar ne kadar süre içerisinde gerçekleşti?
Hizbullah mücahitlerinin becerisi 2000 yılından 2006 yılına kadar yani siyonist rejimin kaçışından sonra sıkı çalışmalardan sonra oluştu. Bu çalışmalar 2006 yılına kadar Hizbullah'ın 'Seyyidüş Şüheda' programı kapsamında devam etti. Bu programı İmad hazırlamıştı ve o idare ediyordu. Böylece o çok dikkatli bir program yapmıştı.
Diğer savaşların aksine bu savaşta belli bir siper yoktu. Yani işgal altıdaki Filistin topraklarından Litani nehrine kadar her yer, evler, tepeler ve köyler hepsi siper sayılırdı. Bir siper vardı ama diğer savaşlardaki gibi değildi. Taktik üzerine kurulan bir siperdi. Hizbullah'ın bu taktiği bir mayın meydanı gibiydi, hiç güvenilir bir yer yoktu. Siz eğer düşmanın hareket tarzına bakarsanız, hatta bazı sınır köylere bile giremediğini görebilirsiniz. Şehirlere girmekten de acizdi. Sonunda Elhacir vadisinden Litani'ye kadar gitmeye kara verdi, bu da düşmanın kırılma noktasıydı.
33 günlük savaşta olan önemli bir husus da şuydu; bazen Hizbullah'ın bir darbesi Hazreti Ali'nin Hendek savaşında Amr bin Abdud'u yere vurması gibiydi. Peygamber o darbe hakkında 'Ali'nin bu darbesi insanların ve cinlerin ibadetinden daha hayırlıdır' buyurmuştur. Çünkü o İslam'ı kurtarmıştı.
Hizbullah'ın bazı darbeleri rejimin bir yapısını tamamen yok edebiliyordu. Onlardan birisi rejimin deniz kuvvetleriydi. Lübnan'a varmak için bitişik bir yol vardı. Bu yol Akdeniz'in kenarından geçiyordu. Savaşın ön saflarına kadar ulaşıyordu.
Bütün savaşlarda israil gemileri denizden ateş açıyorlardı, dikkatli füzelerle bu caddeyi kapatıyorlardı, bu savaşta da ilk hafta bu şekilde davrandılar. Düşmanın ummadığı ve Hizbullah'ın düşmanı gafil avladığı şey, deniz füzeleriydi. O gün ilk defa deniz füzeleri kullanılacaktı. Daha önceleri füzeler gizliydiler ve hiç denenmemişlerdi. Operasyon, zor bir operasyondu. Füze bir sığınaktan çıkıp, belirlenmiş bir noktaya atılmalıydı. Tabi tam önünde üç dört tane israil gemisi duruyor olacaktı. Seyyid'in konuştuğu anda bu işin olması gerekiyordu. Çünkü Seyyid'in yaralandığı haberi yayılmıştı ve Lübnanlılar çok endişeliydiler. Seyyid'le İmad, Seyyid'in konuşması konusunda anlaşmışlardı. O hafta düşman bir adım ilerideydi. Biz o sıralar füzeyle cevap verme dışında hiçbir şey yapmamıştık. Bu iş yapılmalıydı.
Kaç kere füzeyi ateşlemeye çalıştık da sorun çıktı ve ateşleyemedik. Seyyid kendi konuşmasında bunu ilan etmek istiyordu. Seyyid'in konuşması kaydedilmeli daha sonra yayınlanmalıydı. Seyyid'in konuşma yaptığı odanın yanında bir oda vardı. Benle İmad bir kardeşimizle beraber o odadaydık. Seyyid'in konuşması sona varmıştı. Ancak füze bir türlü ateşlenmiyordu. Seyyid tam 'Esselamu Aleyküm ve Rahmetullah' diyecekti ki füze ateş aldı. Füzenin hızı ses hızından daha fazlaydı. Çok çabuk gemiye isabet etti. Seyyid konuşmasının sonunda gaybi bir şekilde sahneyi görüyormuş gibi, 'Şimdi karşınızda israil gemisinin yandığını görüyorsunuz.' dedi. Onun bu sözü füzenin isabet etmesine tesadüf etti.
Tabi bunun da bir felsefesi var ancak genel ortamlarda kabul edilmeyebilir. Allah bu Nasrallah'ın sözünü füzenin isabet anına denk getirdi. Halbuki bu gemilerin füzeyi başka yere yönlendirme ihtimalleri de yüksekti. O gemilerin anti füzeleri vardır ve füzeleri yok edebilirlerdi. Ancak füze geldi, isabet etti ve gemiyi iki parçaya ayırdı. Bu olay, siyonist rejimin deniz kuvvetlerinden kurtulmak demekti. Savaşın sonuna kadar deniz kuvvetleri görünmedi. Bir füzeyle siyonist rejimin bütün deniz kuvvetleri sahneden çıktılar.
Tabi ki bir rejimin deniz kuvvetlerinin bir füze isabetiyle sahneden çıkması kabul edilebilir bir şeydir. Yani bu rejimin kaç tane gemisi olursa olsun, bazen bir füzeyle bazen iki ve bazen daha fazla füzeyle yok edilebilirdi. Bu bir mucize ve büyük bir zafer oldu. O an bombardıman altında olan insanlar bile mutluluktan 'Allahu Ekber' diye bağırmaya başladılar. Bu da Hizbullah'ın düşmanı gafil avladığı şeylerden biriydi. Bu hareket savaşın seyrini değiştirdi. Rejim bu durumu telafi edemedi öyle ki Litani'ye kadar geriledi ve orada da yenilgiye uğradı.
20. günden 27 ve 28. güne kadar olan süreç çok zor geçti. Ben ve İmad birbirimizden ayrıldık. Hasan Nasrullah başka bir noktadaydı. Geceleri beraber toplantıya katılıyorduk. Biz özel yöntemlerle Seyyid'e ulaşıyorduk. Seyyid Hasan Nasrullah ile görüşüyorduk. İmad meydanın bütün raporunu veriyordu. Seyyid'in önlemini de alıyordu. Bu günler çok zor günlerdi. 33 günün en zor günleriydi. Şimdilik bu konuları konuşma sırası değil.
İmad çok iyi bir fikir buldu. Bu fikrin etkisini anlatacak olursam, onu İmam Hamaney'in savaşın zaferle sonuçlanacağı müjdesiyle kıyaslamam lazım. Bu fikir, ateş altında ön saflarda olan mücahitlerin Seyyid Hasan'a hitaben yazdıkları mektuptu. İlginç bir mektuptu. O gün o mektup okunduğunda İmad bu fikri bulan olduğu halde ağlıyordu. Bu mektubu duyup da ağlamayan kimse görmedim. Ondan daha önemlisi Seyyid'in cevabıydı. Eğer bir şeye benzetmek istersek, bu mektup Kerbela'da İmam Hüseyin'in ashabının onu düşmandan korurken söyledikleri şiirlere benziyor. Seyyid'in mücahitlere cevabı da Hazreti Hüseyin'in Aşura günü mücahitlerine söylediklerine benziyordu. Her iki konuşma da çok etkileyiciydi. İlahi derecede. Bu yazıların etkisi o kadar çoktu ki savaşın seyrini değiştirdi.
Burada söylemek istediğim bir şey var. Biz de Irak'la olan savaşımızda bu tür şeyleri çok görmüşüz. Ben her zaman derim ki bizim hak yolda olduğumuzun kanıtı savaşçılarımızın savaş anındaki ruh halleriydi. Daha çok irfani derecelere ve perdelerin kaldırılmasına benzer. Onlar perdelerin arkasında olan şeylerden bahsediyorlardı. Bir ara biz Şelemçe'deydik. Orada operasyon yapmak istemiştik. Düşman görmesin diye askerlerimizi yerleştirdik. Karşımızda su vardı. O gün bizden Akbar Musaipour ve Hüseyin Sadıki, oraları keşfe çıktılar ama dönmediler.
Bizim arif olan bir kardeşimiz vardı. Okullu bir çocuktu. Öğrenciydi ama arifti. Yani ameli irfanda onun gibisine az rastlanırdı. Bazı irfan alimlerinin yıllar sonra varabilecekleri bir dereceye ulaşmıştı. Ben Ahvazdayken bu kardeşim telsiz telefonla bana ulaştı. Bana, 'buraya gel' dedi. Bende oraya gittim. Bana, ' Akbar Musaipour ve Hüseyin Sadıki dönmediler' dedi. Çok üzüldüm ve 'Biz daha dönmedik. Düşman bizden bazılarını esir aldı. Bu operasyon ortaya çıktı', dedim.
Ben bir gün orada kalıp geri döndüm. İki gün sonra o kardeşimiz beni arayıp yeniden çağırdı. Ben de gittim. O kardeşimizin adı Hüseyin idi. Bana dedi ki yarın Akbar Musaipour gelecek. Ona dedim, 'Hüseyin ne diyorsun' dedim. Hüseyin dudağının kenarında hafif bir gülümsemeyle, 'Gulam Hüseyin'in oğlu Hüseyin böyle söylüyor' dedi. Babasının adı Gulam Hüseyindi. O da çok değerli bir öğretmendi. Annesi de öğretmendi. Hüseyin öğretmenlerin çocuğuydu. O yaşta öğretmendi. Hüseyin Ağa ismi söylendiğinde sadece bir Hüseyin ağa vardı. Halbuki orada yüzlerce Hüseyin vardı. Dedim 'Hüseyin ne oldu'. 'Yarın Akbar Musaipour gelecek daha sonra Sadıki gelecek. 'Nereden biliyorsun' diye sordum. 'Siz sadece burada kalın.' dedi. Ben de kaldım.
Bizim bir dürbünümüz vardı. Dürbün ellerinde olan kardeşlerimiz öğleden sonra saat bir civarı suyun üstünde bir karartı gördüklerini söylediler. Yukarı çıkıp baktığımda doğru olduğunu anladım. Suyun üstünde bir karartı uyuyordu. Çocuklar suya gittiler ve karartının Musaipour olduğunu gördüler. Sonraki gün de Sadıki geldi. Su bütün hareketliliğine rağmen onları ilk oldukları yere getirmişti. Her ikisi de suda şehit olmuşlardı. Çok ilginçti. 'Bunu nereden biliyordun.' diye Hüseyin'e sorduğumda, 'Ben dün gece rüyamda Musaipour'u gördüm. Bana dedi ki Hüseyin biz esir düşmedik, şehit olduk. Ben yarın bu saatte geliyorum. Sadıki de sonraki gün gelecek. Daha sonra Hüseyin bana çok önemli bir cümle söyledi; 'Musaipour'un benimle neden konuştuğunu biliyor musun?' 'Hayır' dedim. ' Musaipour'un iki özelliği vardı, birincisi evli olmasıydı. İkincisi suda bile gece namazının aksamamasıydı. Bu faziletinden dolayı gelip bana haber verdi.
Sonraları Hüseyin şehit oldu. Şuraya gelmek istiyorum; o zor zamanlarda çok dindar olan Hizbullahi arkadaşlardan birisi güney bölgede çalışıyordu. Uyku olmayan farklı bir halde iken gördüğü şeyleri bize böyle anlattı, 'Bir hanımefendinin geldiğini gördüm. Daha sonra bir ya da iki bayan daha geldiler. Ben o halet içinde onun Hazreti Fatıma olduğunu hissettim. Mübarek ayaklarının yanına gittim. Dedim, 'Bizim durumumuza bakın, ne haldeyiz.' 'Düzelecek', diye buyurdu. Hayır dedim. Ben ısrarla ayaklarına kapanıp ondan birşeyler almak istiyordum. O da ısrarla 'Düzelecek' dedi. Elbisesinden bir mendil çıkardı ve sallayarak, 'bitti' dedi. Bir an sonra israil helikopteri füzeyle vuruldu. Ondan sonra tanklara vurulmaya başlandı'. Tanklara vurulması israilin yenilme anıydı. Burada savaşın seyri değişti. Kornet füzesi ilk defa kullanıldı. israilin o tankları ilk defa bu şekilde patlatıldılar. Bir günde yaklaşık 7 tank vuruldu.
Savaş nasıl sona erdi?
Hamed bin Halife o zamanlar Katar başbakanıydı, dışişleri bakanıydı. Birleşmiş Milletlerdeydi. Arabuluculuk yapıyordu. Lübnan'a gidip geliyordu. Daha sonraları, 'O sıralar Amerikalılar savaşı durdurma konusunun açılmasına izin vermiyorlardı. Ben ümidimi yitirdim. Evimde dinlenmeye gittiğim zaman, israil elçiliği aniden çıkageldi. Aceleyle ve endişeyle bana, 'neredesin?' dedi. 'Bir şey mi oldu', dedim. 'Birleşmiş Milletlere gidelim' dedi. Gittik, baktım ki bu John Bulton endişeli bir şekilde o tarafa bu tarafa gidiyor.
İkisi de bana savaşın çabucak durdurulması gerektiğini söylediler. Neden diye sordum. 'Eğer savaş bitmezse israil ordusu yok olacak dediler'. Böylece İsrailliler önceki şartlarının hepsinden vazgeçtiler ve Hizbullah'ın şartlarını kabul etmek zorunda kaldılar. Ateşkesi kabul ettiler. Hizbullah için bu büyük zafer gerçekleşti. Hatta bu zafer israilin Lübnan'la savaşma düşüncesini bile değiştirdi. Bugüne kadar da böyledir. Hizbullah siyonist rejimin sadece Lübnan'a karşı değil bilakis herkese karşı savaşma düşüncesini değiştirdi. 33 günlük savaştan sonra siyonist rejimin savaş stratejisi hamle ve savaşa başlama stratejisinden kendini koruma stratejisine dönüştü. İki üç hafta önce olan olaylarda, Hizbullah iki şehidin intikamını almak için siyonist rejimi hedef almakla tehdit etti. israilliler sınırın 3,5 kilometresine kadar gerilediler. Öyle ki Elmeyadin kanalının muhabiri dikenli tellerin diğer tarafına gidip 'Ben işgal altındaki Filistin topraklarından haber sunuyorum.' dedi.
İran-Irak savaşının kültür ve edebiyatı bölgedeki direniş cephesini nasıl etkilemiştir?
Siz İslam tarihinde olayların yaşanış biçimine baktığınızda, Hazreti Ali'nin Rasulullah'a tabi olduğunu görürsünüz. Hazreti Ali vaaz verdiğinde, mektup yazdığında, hutbe okuduğunda, Peygamberimizin zamanını, davranışını ve yaşayışını örnek alırdı. Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin de birilerini örnek almak istediklerinde, Resulullah'ın her konuda şahidi olan Hazreti Ali'yi kendilerine örnek alırlardı.
Bizim mukaddes savaşımız da böyledir. Diğer mukaddes savunma savaşlarına göre ana savaş konumundadır. Asıl ve merkezidir. Bizim savaşımızda manevi konular en yüksek derecedeydi. Dini davetler en yüksek derecedeydi. İbadi ve itikadi konular en yücelerdeydi, hiçbir şekilde kayma ve sapma olmadı. Fedakârlık, cihad ve şehadet en yüksek mertebedeydi. Bundan dolayı Mukaddes savaş bütün konularda zirve sayılır.
İLKHA