Dinimiz bizden, bizler de cehaletimizden çok çektik.
Cehaletimizin kurbanı olurken bu fırsatları kaçırmayan zalimlerden de çok çektik. Bütün bu çektiklerimizden dolayı, bunaldık, kafamız karıştı, beynimiz zonkladı.
Terbiyemiz yara aldığı için, Allah ve Resulü'ne karşı haddi aştık, pervasızlığımız arttı.
Maneviyatımız yara aldı; bu yara ile beraber dünya ve ahretimizi yönlendiren; zulüm ve küfrün çarkını bozan güzelim kelime ve kavramlara ait tanımlarımız değişti.
Neredeydik, nerelere geldik?
Evvelimiz muhteşemdi. “Giden şanlı Akıncı, ne gün döner yurduna?” diyerek geçmişin o ihtişamının özlemiyle yanarken; “ahir-i ömrümüz” güven vermiyor.
Maceramızın tarihçesine bakalım.
Son yüzyılda; devlet düzeninin kalmadığı İslam diyarında; İslam'ın sancağını, ulemanın şahsında şekillenen “öncü isimler” taşımaktaydı. Kıt imkânlarıyla ama gururla ve kusursuzca. Cihad erleri oldular, mücahit oldular; Allah'ı zikrettiler, emperyalistlerle savaştılar; dayatma kültürlerine karşı ilimle, hikmetle durdular.
Savaş cephelerinde, dağ başlarında, şehir merkezlerinde, kısacası her yerde kendileri olmaya çalıştılar. Kendileri olarak yaşamayı da pekâlâ başardılar. Taviz vermediler, uzlaşmadılar; Resulullah'ın devletinde var olan “haramı haram, helalleri de helal” olarak bildiler. Her fırsatta, her yerde gururla anlatmaya çalıştılar.
Anadolu'da Şeyh Sait, Said nursi, Atıf hocalar canları pahasına susmadılar. Afrika'da Senusi rehberleri, İhvan hareketi; en karanlık ve zor dönemlerde neler başarmadı ki!
Her bir İslami hareket; onlarca, yüzlerce hatta binlerce mücahit yetiştirdi. Her biri, Ümmetin sahiplendiği nice şehitler yetiştirdi. Irk ve mezheplerinin fanatiği değil; İslam'ın fedaileri oldular.
Uzak Doğu'da İmam Rabbanî ve ondan neşet etmiş İslami hizipler; Kafkaslarda Nakşî Şeyh Şamil, İran'da İmam Humeyni'ye kadar gelen cihad ve irfan mektebinin erleri de her bedeli ödedi. Haçlının kuşatmasındaki Bosna'daki Aliya'nın zamanına kadar; kısacası 1990'lara hatta 2000'lere kadar bizler, biz olarak vardık ve “küfür, şirk ve zulüm” odaklarıyla olan net ve kesin hatlarımız vardı.
En zorlu, karanlık anlarda; “Kâbe ve Hac Mektebi, Filistin Mektebi” sonrasında da “Afganistan Mektebi” bizi diri, iri ve tevhid içinde göstermeye yetiyordu.
Afganistan ve İran'daki İslami çıkışları, tüm Ümmet sahiplenmişti. İmam Humeyni'yi; Nusayri Esed ailesinden çok Sünni kesim sahiplenmekteydi.
“İslam İnkılâbı ve Cumhuri İslami” kavramlarıyla tanışmıştık. İran İslam İnkılâbı'nın sloganları hala kulağımızda.
*“Berader-i arteşi, çera berader kuşi”(Ey asker kardeş, neden kardeşini vuruyorsun?). Merg ber Amrika, merg ber israil..” (amerika'ya, israil'e ölüm). Bu sloganları dinlerken; duygulanıyor, gururlanıyor ve sahipleri için duaya duruyorduk.
Ne var ki Şeriati'nin deyimiyle; “Sen giderken çok şey değişti dostum!” Düşmanın attığı kurşun değil, dostun attığı gül yaralıyorken bizleri; dostların topu tankı, hava bombardımanları, kimyasalları bizleri vurdu, vuruyor. Bu sloganları haykıran devrim kadrosu; artık duygulandırmıyor; umut değil, korku veriyor, endişe veriyor.
En zor zamanlarda, karşımızdaki orantısız güçler dahi bu kadar belimizi bükmemişti, zihnimizi bulandırmamıştı.
Osmanlı'dan sonraki seküler mekteplerin yüz yıldır bize verdiği terbiye; Müslüman merkezlerde, mümin zihinlerde ürününü vermiş gibi.
Kafamız, zihnimiz, tanımlarımız ne kadar değişti ve karıştı ilahi!
Müslüman biri, aynı zamanda laik de olabiliyor. Cihad kavramı, suç dosyalarında yer buluyor. “Mücahid, şeriat, şehadet, tekbir..” gibi kavramların kavli şekli gereksiz, fiili şekli de suçlanmanın gerekçelerini oluşturabiliyor.
İşin kötüsü, “Müslümanım” deyinler de bu kavramların gereksizliğine inanıyor.
“Salâvat, peygamber, hadis; uhuvvet, ihlas, günah, tövbe, ayıp” kavramlarını, İncil'i kiliseye hapseden seküler dayatmalara göre yorumlayan ulema türedi. Bu türediler, İslam'ın haram ve stratejik sınırlarına dokunmayı bir vazife biliyor.
“Aşk” olayında; zülf-ü yâre dokunan sevgilinin yalanlarına karşı dahi “saygı” esasken; Emin Elçi(a)'ın şeraitin dayanağı olan konumu sorgulanıyor. Halbuki; O (a), hayat ve aşkımızın en anlamlı özüdür.
Durum böyle onlunca da İslam'ın karşı cephesi için olan kavramlarımızın mahiyeti de değişmekte.
“Nifak, münafık, kâfir, zalim, emperyalist, müstekbir, katliam” gibi kavramlar; müminin gafletinden dolayı; -haşa- köpeksiz(!) köylerimizde değneksiz dolaşabiliyorlar.
Hülasa, bizim gerçeklerimizle dinimizin gerçekleri birbirleriyle çelişmekte, kimi durumlarda da boğuşmaktadır.
Özellikle devlet yöneten etkili ve yetkili kesim, ümmete ne fatura çıkardığına bakmalı. Ümmetin içine yaydıkları bu kin ve nefret tohumlarının, on yıllarca boğuşmaya sebep olacağını bilmeli ve kazanımlarından! geri adım atmalıdırlar.
Her fert, camia, ırk ve mezhep; İslam dini'nin esaret değil, hürriyet olduğunu bilmeli ve görmeli. Sair devletleri bir kenara bırakarak Ümmeti etkileyen iki önemli devlete de Hakk için diyeceklerimiz var.
Özellikle İran; İslam Devriminin kazanımlarını kaybettiğini, mümin yürekleri yaraladığını, katlettiğini; bunları tamirin ise uzun zaman alacağını ve gecikmeden tövbe ile -haksız kazanımlarından taviz vererek- işe başlaması gerektiğini bilmeli.
Türkiye; Cumhurbaşkanı'nın şahsında, Kemalizm'e inat yaptığı değişimlerle ümmetin nezdinde hayli yol aldığını; baraj altındaki bir partinin çağdışı söylemlerini bayraklaştırarak çok şey kaybettiğini; dondurduğu değişime dönerek yola devam etmesi gerektiğini görmeli ve bilmeli.
Nemalandığımız İslam'ın ilkelerini terk etik; İslam'ın feyiz ve bereketi de bizleri terk etti. “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş!” Dermanımız, derdimizde vesselam!