Kendi geliştiği beşeri havzada modernitenin büyük mağduru olmasına rağmen Katoliklik, her din ve mezhep grubu gibi iddiasını devam ettirmeye çalışıyor. En başta gelen iddiası, hatta temel teolojik umdesi kendisinin “tek kilise” olması vasfıdır. Dini ve tarihsel açıdan baktığımızda bu iddia kilisenin “Petrus’un mezarı üzerinde kurulmuş olması”ndan kaynaklandığını görürüz. Petrus, Hz. İsa’nın sevip itibar ettiği havarisidir. Petrus aramicede “kifas ” yani “kaya” demektir. Katolik kilisesi, “Ben kayanın, yani Petrus’un mezarı üzerinde kuruldum” demektedir. Yani evrenselleğini Hz. İsa’nın en çok sevdiği havarisi Petrus’tan alır.
İkinci temele varsayımına göre Tanrı, Hıristiyanlığı savunmak üzere papaya “iki kılıç” vermiştir; papa bu kılıçlardan birini elinde tutuyor, diğerini Hıristiyanlığı savunmak üzere imparatora vermiş bulunuyor. Devletin veya cismani iktidarın meşruiyeti, papanın ona verdiği yetkiyle sağlanır. Eğer papa yetkisini alacak olursa devletler ve imparatorlar (ya da krallar) gayrimeşru duruma düşecektir.
Üçüncüsü Hıristiyanların, Yunanlılardan aldıkları derin etki sonucu “ruh-beden ayrımı” yapmalarıdır. Ruh, bedene üstün olduğu için ruhani iktidar cismani iktidarın üzerindedir. Söz konusu üstünlük ontolojik mahiyettedir ve zorunluludur. Buna göre kilise ruhani iktidarı temsil ederken, devlet veya laikler de cismani iktidarı temsil ediyorlar. Ancak daima cismani iktidarlar ve laikler kiliseye ve din adamları sınıfına bağlı olmak durumundadırlar.
Son temel varsayıma göre “Kilise İsa’nın bedenidir.” Tanrı İsa’da bedelendi –haşa-, İsa da kilisede bedelendi. Kurtuluş kişinin kendini kiliseye adamasıyla mümkün olabilir ancak. Kilisenin başı tabii ki papadır. Buna göre papa, hem kilisenin başıdır, hem de Tanrı ve din adına konuşma yetkisine sahiptir, bu özellikleri dolayısıyla masumdur (layuhti). Papa, amentüyü dahi değiştirebilme yetkisini söz konusu özelliklerinden alır.
Amentüyü değiştirebilme yetkisine sahip bir papa, eğer Hıristiyanlık açısından bir maslahat, aksi düşünülmesi mümkün olmayan bir zorunluluk görüyorsa, aradaki tarihi ihtilaflar ve husumetler ne olursa olsun, Katolikler Ortadoxlarla birleşebilir.
Birleşmenin Katoliklik kanadında bu düzeyde zuhur etmişken Ortodoxluk kanadında durum hangi merkezdedir? Ortodox Kilisesi, yani Fener Patrikhanesi bu konuda hangi teolojik imkan ve genişliğe sahip bulunmaktadır?
Belirtmek gerekir ki, iki Hıristiyan mezhebi arasında vuku bulacak bir birleşmeyi mümkün kılacak önemli faktörlerden biri teoloji olmakla beraber konjonktür, siyaset ve pratik hayatta ortaya çıkan büyük sıkıntılar olacaktır. Bu açıdan Ortodox kanatta birleşmenin pek de büyük bir tepkiyle karşılanacağı söylenemez. Zira Ortadox kilisesi bulunduğu tarihsel durum ve konjonktör dolayısıyla büyük sıkıntılar yaşadığına inanmaktadır. Tabii ki Ortodoxları böyle düşünmeye sevkeden sebepler söz konusudur:
Bunlardan biri Türkiye’nin, Fener Rum Patrikhanesi’nin “ekümenik” vasfını kabul etmemesi. diğeri Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına izin vermemesidir. Türkiye, dünyada 250 milyon Ortodoks’un itibar ettiği, ekümenik/evrensel kabul ettiği patrikhaneyi bir kaymakamlığa bağlamış bulunuyor. Kilise din adamı yetiştiremediği için hayatiyetini devam ettiremiyor. Türkiye hükümetlerinin öne sürdüğü bazı anlaşılır sebepler var ki, bunların neredeyse tamamı “siyasi” olup geçen yüzyılda ve daha öncesinde ortaya çıkan olaylardan kalma acı miraslardır. Patrikhanenin Yunan isyanında rol oynaması, Anadolu ve İstanbul’un işgalinde takındığı olumsuz tavır vs. Kaç Hıristiyan nesil, babalarının veya dedelerinin işlediği bir suçun cezasını ödemeye devam etmektedirler. Fakat meselenin teolojik boyutuna bakıldığında salt “siyasi” olan engellerin teolojinin yardımıyla aşılabilecğiini görmek mümkündür. Şöyle ki:
Bilindiği üzere Ortodoxlukta dini temsil eden patrik dini prensip itibariyle imparatora bağlıdır. Sezar kim ise patrik ona itaat eder. Bu bağlamda Sezar’ın dini önemli değildir. İmparator kimse Sezar odur. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde otomatikman Sezar olmuştu, Fatih Müslüman’dı. Bizans’ta topraklar ve gayrimenkuller, imparatora, kiliseye ve derebeylere ait olmak üzere üçe ayrılıyordu. Ayasofya kilisesi imparator Jüstinyen’in gayrimenkulü, yani malıydı. Sezar değişince, yani Fatih Sezar olunca, imparator Jüstinyen’e ait olan bu yapı Fatih’e geçti. İlgniçtir, Ayasofya kilise olmasına rağmen Fatih Sultan Mehmet’e geçmesine Hıristiyan âlemi tepki göstermedi. Çünkü -elbette kalben bundan hoşnut olmasalar da- “Hıristiyan Sezar”ın yerini “Müslüman Sezar” almıştı. Kilise de ona geçmiş oldu. Fakat kiliseye veya derebeylere ait olan topraklara el konulduğu zaman Hıristiyanlar büyük tepki gösterip Fatih nezdinde şikayette bulundular. Fatih, Müslümanlar tarafından el konulan toprakların hemen sahiplerine iade edilmesine karar verdi.
Buradan aktüel duruma bakacak olursak bugün Abdullah Gül, Ortadoxların Sezar’ıdır. Patrik ona bağlıdır, patriğin Sezar’a başkaldırması, siyasi bağımsızlığını ilan etmesi en azından teolojik öğretiye aykırıdır. Bu tabii ki patriğin hiçbir zaman siyasi olumsuz faaliyetlerde bulunmayacağı veya tarihte bulunmadığı anlamına gelmez. Ancak meselenin dini öğreti açısından vaziyeti budur; patriğin veya kilisenin olmuszu faaliyetleri başka bir konudur.
Ortodox öğretisini bu yönde ve Katolikleten hayli farklı mecrada teşekkül etmesinin gerisinde, kilise ile Hıristiyanlığı “resmi din” kabul eden Konstantin arasında sağlanmış bulunan ahid veya mutabakat yatmaktadır. Anlaşmaya göre patrik, Sezar’a itaat edecek, onun politikalarını ve siyasetini dinen tasvip edecek, bunun karşılığında Sezar, Hıristiyanları kendi alanlarında serbest bırakacak, dini inanışlarına, ibadetlerine, dini pratiklerine karışmayacaktır. Yine imperator, kilisenin tasvip etmediği inanışlar ortaya çıkarsa Sezar, yani dini koruyucu kanatları altına almış bulunan devlet bu sapkın inanç sahiplerine, fırka ve ayrılıkçalara karşı mücadele edip resmi din görüşünü koruyacaktır. Bu da gösteriyor ki, devletin resmi din görüşünü benimsemesi ve dini kendi kanatları altına alması uygulaması Bizans modelinin günümüze taşınmasıdır.
Katolikliklerle Ortodoxların birleşmesi tabii ki sanıldığı kadar kolay değildir, ama imkansız da değildir. Birinin modernite karşısında aldığı büyük yenilgiyi son erdirme ve tekrar Avrupa’nın dini kimliğini inşa etme hedefi vardır, diğerinin ise laik Türkiye’nin ağır bakkıları altında yaşadığı ve bir türlü çözüme kavuşmayan sorunları söz konusudur.
http://www.dunyabulteni.net/?aType=yazarHaber&ArticleID=19362