"Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada
O kadar komşu ki bu dünyaya, duvar yok arada
Geçer insan bir adım atsa birinden birine
Kavuşur karşıda seyrettiği sevdiğine"
........
Kaldığı sayfaya ayracını koydu ve kitabı rafa bıraktı. Odasının camını açtı. Soğuk hava odaya hücum etti. Ama o yine de ezanı dinlemek istiyordu. “Müezzin mi değişmiş acaba?” diye geçirdi içinden. Eskiden de bu kadar güzel okuyor muydu ezanı? Hayır, değişen müezzin değil onun odağıydı. Daha önce hiç dikkatle dinlememişti ki güzelliğini fark etsin! Ezandı, her gün beş vakit okunuyordu işte. O da günlük sıradan şeylerden biriydi. Her gün yürüyor her gün nefes alıyordu. Ezan da bu sıradanlıklardan biriydi onun için. Ama bugün bir başka geldi kulağına. Hayır! Ruhuna. Evet ruhu huzur buluyordu bu sesle. Daha önce hissetmediği duygular içerisindeydi.
Ezan bitti, oda da iyice soğumuştu. Pencereyi kapattı ve sıcak suyla abdestini aldı. Tenine değen her bir damla onu başka deryalara götürüyordu.” Bugün, buğun bir garibim" dedi. Namazını kıldı ve kendini yatağına attı.
İki haftasını alan bir sınav sürecini geride bırakmış ve şimdi bedeni adeta bu iki haftalık yorgunluğun bedelini istiyordu. Her zaman beyni bir kazan gibi kaynamasına rağmen uykuya dalması zor olmadı.
Rüyasında sınav olduğunu görüyordu.” Yine mi sınav ya!” diye geçirdi içinden. Hocası sürenin az kaldığını söyleyince telaşla kalan soruları tamamlamaya çalışıyordu. Ama kalemi bir türlü kâğıdın üstüne istediği şeyleri çizmiyordu. Onunla kavga ediyordu adeta. Bir süre sonra sorunun kalemde değil kâğıtta olduğunu anladı. Evet evet, kâğıt sağa sola hareket ediyordu. Kendisi, kendisi de sarsılıyordu.
Bir yerlerden annesinin telaşlı sesi geliyordu; ama tam olarak ne dediğini anlamıyordu. Ses gittikçe netleşti. Dep- dep- deprem oluyor! Deprem, uyan kızım! Deprem mi? Uyan mı? Ter içinde yerinden kalktı. Tüm bunların rüya olmasını ümit ediyordu. Ama hayır! Annesi yanı başında telaşla duruyordu.
Her yer sallanıyordu. Kitaplığı yere düştü. Annesiyle bir kolonun dibine sığındılar. Mutfaktan şıngırtılar geliyordu, dolapların bazıları düşüyor, çığlıklar, feryatlar yükseliyordu. Bir an sesler boğuk boğuk gelmeye başladı, görüntüler kayıyor, dengesini kaybediyordu. Kafası annesinin kucağına düştüğünde deprem de bitmişti.
Keskin bir limon kokusuyla kendine geldi. Annesi, babası, kardeşi baş ucundaydı. Annesi belli ki çok ağlamıştı. Göz altları çukurlaşmıştı. Babasını da hiç bu kadar yıkık görmemişti. Birden 10 yaş yaşlanmıştı sanki. Ne olmuştu onlara böyle? Bu kadar üzüntünün sebebi sadece deprem korkusu olamazdı.
Annesi üşüyor musun? diye sordu. Hayır anlamında başını salladı. İyi olduğunu gören ambulans hemşiresi” Geçmiş olsun canım. Hafif bi şok atlattın sadece.” dedi. Hemşireye teşekkür ettiler. Annesinin ona verdiği terlikleri giydi.
Ambulanstan çıkıp etrafına baktığında bir sürü insan gördü. Bazıları ağlıyor bazıları enkazdan insanları kurtarmaya çalışıyordu. Herkes bir işin ucundan tutmaya çalışıyordu. Biraz ilerledi. Yarısı yıkılmış, hafif yamulmuş bir bina vardı. Tanıdık geldi bir yerlerden; ama sonra kafasına dank etti. Bu onların binasıydı! Oturdukları kat tamamen yıkılmıştı. Gözlerine inanamıyordu, bunun bir rüya olması için dua ediyordu. Sonra yıkıntıya doğru koşmaya başladı.
Annesi kolundan zapt etmese vinçlerin tuttuğu binaya girecekti. Annesi” Ne yapıyorsun kızım, orası çok tehlikeli, maazallah birden yıkılır. Geri dur!” dedi. Hayır kabullenmek istemiyordu. Her gün rahatça kapısından girdiği evine şimdi giremiyordu. Halbuki onun için dikkate değmez bir şeydi daha düne kadar.
Ama şimdi yıkılmış evleriyle arasında bugüne kadar hiç hissetmediği bir bağ olduğunu fark etti. Eviydi, her gün başını soktuğu, huzur bulduğu, hüzünlerine, sevinçlerine şahit olmuş yuvasıydı. Ansızın aklına kitapları geldi. Büyük bir özenle dizayn etmiş olduğu, her köşesinde bir anısının saklı olduğu odası şimdi şu binanın altında ezilmişti. Elbiseleri, kalemleri, bilgisayarı...
Belki bunların hiç biri adeta bu evle yıkılmış anıları kadar acıtmıyordu canını. Annesine baktığında ağlıyordu. O da kalbinin sızısını gözyaşlarıyla dindirmeye çalışıyordu. Daha fazla burada durmak istemiyordu.
Babası ve kardeşlerinin yanına doğru giderken enkazdan çıkarılan bazı küçük eşyaları gördü. O eşyaların üstünde duran küçük bir ayıcık vardı. Bu ona bir yerlerden tanıdık geliyordu. Ah! Bu komşularının minik kızı Betül'ün ayıcığıydı. İçi bir garip oldu. Az az inen gözyaşları, şimdi kalbinin ateşini dindirmek için sicim sicim akıyordu. Ah minik Betül! Şimdi bu enkazın altında bir yerdeydi. Belki de çoktan cennete gitmişti... Halbuki dün okuldan geldiğinde her zaman yaptığı gibi gelip ona sarılmıştı. Küçük kardeşi yoktu. Betül’ü kardeşi yerine koymuştu.
Ayıcığı aldı: Sıkıca sarıldı. Yatacakları çadıra götürdü. Meğer her gün ona olağan gelen eşyalar, olaylar onun hayatında ne büyük yere sahipti. Şimdi kalbinde kocaman bir boşluk vardı. Arkadaşlarını düşündü. Ya onlara da bir şey olmuşsa! Daha fazla düşünmek istemiyordu. Kafasını yastığa koydu; ama yatamıyordu.
Şimdi sıcacık yatağında olacaktı. Ama hepsi dakikalar içerisinde kayıp gitmişti elinden. Hiç bitmeyecekmiş, hiç gitmeyecekmiş gibi bağlandığı şeyler, şükrünü eda edemediği nimetler, şükür gerektiğini bile fark etmediği, her biri hayatının bir parçası olmuş eşyalar, kişiler... Bir kez bile olsun Betül'ün varlığı için şükretmiş miydi? Ya başını soktuğu şu ev için?
Ama şimdi iliklerine kadar idrak etmişti, yaşadığı her an, sahip olduğu mekân, her fert bir nimetti. Varlığına şükredilmeyen nice nimetlerdi...
Ve bir şeyi daha çok idrak etmişti. Dilinden, okuduğu bir kitaptaki şu sözler döküldü.
“Sevgili Dost
Herkes kaybetti, ölüm kazandı. Mezar taşlarına Hüve’l Baki kazındı...”