Tarihte bir çok devlet kurulmuş ve yıkılmıştır. Bu devletlerin kimi adaletsizlikleriyle meşhur olmuş, kimi de adaletleriyle nam salmıştır. Hatta aynı devleti yöneten hükümdarlardan kimi adaletiyle, kimi de yaptığı zulümlerle anılır olmuştur. Emevileri yöneten Yezid, Hz. Peygamberin ehli beytini kırıma tabi tutup Hz. Hüseyin’i vahşice katlederken, yüzyıllar boyu lanetle anılacak zulmün, zalimliğin örneği olmuştur. Öte tarafta aynı Emevi devletinin sultanlarından Ömer bin Abdulaziz aynı soydan olduğu, aynı kanı taşıdığı halde kısa süren iktidarına rağmen bir adalet timsali olarak hala örnek gösterilir ve rahmetle anılır.
Devlet tanımı gereği bir toplumun siyasi ve idari teşkilatlandırmasını oluşturan bir örgütlenmedir. Devletin temel görevi idare ettiği toplumda bireylerin ve toplumun güvenliğini sağlamak hak ve hukuklarını korumak, herkese eşit seviyede muamelede bulunup hizmet etmektir. Bireylerinde buna karşılık bir takım ödevleri vardır.
Bir devleti devlet yapan ve ayakta tutan en önemli unsur kuşkusuz adalettir. Eğer bir devlet adaleti ikame etmez ve sadece güce dayalı zorbalıkla, zulümle varlığını sürdürmeye çalışırsa, o devlet sürekli sorunlarla boğuşur, zulmün ve sorunların kaynağı bizatihi kendisi olur.
Bu ülkede halkın kendi kendini yönettiği bir yönetim şekli olduğu iddia edilen cumhuriyetin ilanından beri sorunlar da eksik olmamıştır. Bunun temelinde yönetimi ellerinde bulunduranların halka tepeden bakışı, halkın inançlarına düşman gözüyle bakması ve tek tipçi bir anlayışla ülkeyi idare etme anlayışı vardır. Çeşitli topluluklardan oluşan bir imparatorluğun bakiyesi üzerinde kurulan yeni devlet, bu çarpık politikaları sebebiyle doğal olarak halklardan tepki görmüş ve zaman zaman huzursuzluklara ve bir takım ayaklanmaların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Dindar halkın inançlarına karşı müsamahasızlık ve İslami değerlerin ve yaşam biçiminin ortadan kaldırılması ve yasaklanmaya çalışılması, Anadolu’nun bir çok yerinde tepkilere yol açmıştır. Batılılaşma hevesiyle çıkarılan Şapka kanunu ile şapka takmak istemeyen halkın protestoları üzerine, Rize’nin topa tutulması bile nasıl çarpık bir mantığın, o dönemde ülkede egemen olduğunu gösterir. Bu ülkede, sırf gavur serpuşudur diye şapka takmak istemeyen sayıları binleri bulan insan, dar ağaçlarında sallandırılmıştır.
Diğer bir yasaklama ise, başta devletin kurucu iki unsurundan biri olarak kabul edilen Kürtlerin yok sayılması, Kürtçenin konuşulmasının dahi yasaklanması, İslami değerlere olan saygısızlık ve düşmanlık, Kürdistan’da ayaklanmalara sebep olmuştur. Bu ayaklanmaların bastırılmasında büyük vahşetler sergilenmiştir. Başta Şeyh Said kıyamında ve Dersim’de olmak üzere, bu kıyamlarda onbinlerce insan katliamlardan geçirilmiş, idam ve sürgünlerle Kürtler terbiye(!) edilmeye çalışılmıştır. CHP’nin iktidarda olduğu dönemlerde gerçekleşen bu zulümler, iktidardan gitmesinden sonra dahi CHP zihniyeti devletin kuruluş felsefesini oluşturduğu için, sonradan iktidara gelenler (DP ve diğerleri…) bunu değiştirme cesaretini kendilerinde bulamamıştır. Ezan’ın Arapça okunması ve İmam Hatip Okullarının açılması gibi bazı adımlar atılsa da, devletin dine ve dindarlara karşı mesafeli yaklaşımı aynen devam etmiştir.
Kürtler konusunda ise, devletin inkarcı politikaları aynen sürdürülmüştür. 1960’lardan sonra batıya okumaya giden Kürd gençleri arasında, Türk solunun etkisiyle sol ve Marksist sosyalist düşünce yayılmaya başlamıştır. Bunlar memleketlerine döndüğünde, bu düşüncelerin etkisiyle dine ve dindarlara karşı düşmanlık beslemeye ve İslam’a karşı anti propagandalara giriştiler. Kürtlerin özgürleşememesinin önündeki en büyük engelin İslam olduğu anlayışından hareketle, Kürtler nezdinde olumlu olan din algısını, olumsuz bir imaja çevirmek için çalıştılar.
Tabi bu dindar Kürtler arasında tepkiyle karşılanmış ve doğal olarak karşı bir reaksiyonun gelişmesine zemin hazırlamıştır. Kemalist sistemin baskılarını ilklerine kadar hissetmiş olan dindar Kürtler, bu sefer aynı düşmanlığı, kendi içinden çıkan ve Kemalist rejimin baskılarını hiçte aratmayan, hatta daha da fazla bir baskıyla kendilerine hayat hakkı tanımayan bir örgütten, yani PKK’den görmeye başladı. Kürtlerin ezilmişliği ve devletten gördüğü zulümler sebebiyle, aslında Kürd toplumunun örf ve adetleriyle ve inanç dokusuyla hiç uyuşmayan bir zihniyete sahip olan PKK’nin, “denize düşen yılana sarılır” misali, Kürtler içinde azımsanmayacak bir taban bulmasına sebep olmuştur. O zamana kadar bu örgütle can düşmanı olan bir çok kesim, sırf mevcut Kemalist rejimden gördükleri zulümden dolayı, karşısında örgütlü bir güç olarak sadece PKK’yi gördükleri için, üzerindeki onca şaibeye rağmen bu örgütün saflarına katılmıştır.
Neticede 1990’lara gelindiğinde, elde ettiği bu gücün sarhoşluğu içine giren ve Kürdistan’da kendilerinden başka kimseye hayat hakkı tanımayan sol Marksist bir hareket olan PKK’nin, bu müsamahasızlığı ve dindar Kürtlere saldırmasıyla, bilinen çatışma ortamı meydana geldi.
Bu saldırılara karşı dindar Kürtlerden oluşan İslami cemaat, kendine hayat hakkı tanımayan bu zorba örgüte karşı, kendini savunmak ve meşru müdafaa olarak nefsi müdafaasını yapmak için, aslında hiç istemediği halde bu çatışmaya girmek zorunda kalmış ve karşılık vermiştir. Bu çatışmalar neticesinde, cemaat mensubu ve bunun yanında cemaate mensup olmayıp sırf dindar olduğu için bir çok insan, örgütün saldırıları sonucunda hayatını kaybetmiştir.
Yukarıda devlet tanımını yaparken, normal de bir devletin kendi vatandaşını korumak için sağlaması gereken en önemli görevlerden birinin de bireylerin can güvenliğini sağlamak olduğunu söylemiştik. Devlet bu görevini yerine getirmede aciz kalmıştır. Yüzlerce insan, sırf meşru bir hak olan nefsi müdafaa hakkını kullanıp kendi can güvenliğini sağlamak için, PKK’nin saldırılarına karşılık vermek zorunda kaldığı için, devlet tarafından ağır işkencelere tabi tutulmuş, zindanlara tıkılmış ve müebbet cezalarla cezalandırılmışlardır. Binlerce Müslüman da, sırf camilerde Kur’an dersi verdiği için, örgüt üyeliğinden göz altına alınmış, işkencelerden geçirilmiş ve ceza almışlardır.
1990’larda sağ ve sol Kemalist iktidarlar döneminde gerçekleşen bu zulümler, daha sonra 2000’lerde Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle, İslami camia içerisinde bir umudun yeşermesine sebep olmuşsa da, özellikle FETÖ’nün etkin olduğu ve iktidarın neredeyse bütün yetkileri ellerine verdiği dönemde, bu umut karabasana dönüşmüştür. İslami camianın tamamen legal bir şekilde hareket eden dernekleri baskına uğramış, sudan sebeplerle mensupları cezalandırılmış ve bu dernekler kapatılmıştır. FETÖ 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, büyük ölçüde etkisiz hale getirildiği halde, aynı hukuksuzlukların devam etmesi tesadüfi olmadığı ve daha önceki devlet politikalarının milim değişmediğinin bir göstergesidir.
Sosyal medyada yoğun olarak gündeme gelen ve iktidarın kör ve sağır kaldığı kanser hastası Şeyhmus Alpsoy’un, kelepçeli bir halde ameliyata alınması yürekleri acıtmış ve sistemin soğuk adaletsiz yüzünü, bir kez daha bize hatırlatmıştır.
Şeyhmus Alpsoy ve ailesi Mardin Kızıltepe’de yaşayan ve İslami şuura sahip, 1990’larda PKK’nin yoğun baskılarından nasibini almış ve bir çok iftiralarına maruz kalmış, o dönemin mağdur Müslümanlarıdır. Buna rağmen bu baskılara boyun eğmemiş ve dik durmuşlardır. Daha sonra da devletin gadrine uğramış, 70 yaşındaki babasıyla ömür boyu hapse mahkum edilerek, zindana atılmışlardır.
İslamcı bir iktidar hüviyetine sahip olan Ak Parti döneminde, Müslümanlara yapılan bu gayri insani muamele, acaba bu partinin İslamcı kadroları arasında vicdani bir muhasebenin yapılmasına yol açacak mıdır?
Ergenekoncu darbecilerin müebbet ceza aldıkları davaların, hokus pokus edilerek ortadan kaldırıldığı ve ceza alanların hepsinin serbest bırakıldığı bu ülkede, İslamcı bir iktidar döneminde bile Müslümanlar maalesef yine gariptir!
Velhasıl bu ülkede adalet Müslümanlar için, hep kelepçeli olmuş, eli kolu bağlanmış ve kendilerinden görünenlerin iktidarında bile bu kelepçeler kırılamamış, açılamamıştır. Artık bırakın içerdekilerin bırakılmasını istemek, hiç olmazsa diğer mahkumlara tanınan insani hakları talep etme noktasına geldik maalesef? Ve bu gidişle göreceksiniz Ergenekonculardan sonra Fetocular da serbest kalacak, Yusufilerimiz yine zindanlarda çile çekmeye devam edecekler!
İktidarda olanlar, ilerde kendilerinden bahsedilirken, yaptıklarının adaletsizlikle suçlanmalarına sebep olacak uygulamalardan kaçınmaları ve insanlara zulüm teşkil edecek tutumlardan vazgeçmeleri gerekir. Kendilerinin sevk ve idaresi altında bulunanların kötüye kullanacakları yetkilerinin, yine kendilerine mal olacağını bilmeliler. Allah’a ve ahiret gününe inananların, yarın mahşer gününde zerre miktarı iyiliğinde, kötülünde karşılığını alacaklarını unutmamalıdırlar. İdareciler ya Yezid gibi zulümleriyle, ya da Ömer bin Abdulaziz gibi adaletleriyle anılacaklarını akıllarından çıkarmamalıdırlar.
Rabbimden Şeyhmus Alpsoy kardeşimize acil şifalar, ailesine de sabır ve metanet ihsan etmesini diliyorum…