İslam âlemi; askeri ve ekonomik alanda olduğu kadar, sosyal ve kültürel alanda da bir kuşatma yaşıyor.
Askeri ve ekonomik alanlardaki ihtiyacımızı; özellikle de TV’lerin gece programlarında konuşan yetkin veya yetkisiz sayısız zevat karşılıyor.
En büyük tahribat, sosyal ve kültürel alanda olduğu halde en az konuştuğumuz, karşı tedbirler aldığımız; alsak da yetersiz kaldığımız saha da budur. Ümmet, bu iki sahada oldukça korumasız; çalışmaları, aldığı tedbirleri amatörce ve emperyalist Haçlı dünyasına göre orantısızdır. İslam’a, Kur’an’a ve bunun üzerine mazide inşa edilmiş muazzam medeniyete rağmen bu mağduriyetimiz devam ediyor.
Müslüman ülkelerdeki İslami Yapılar; dernek, vakıf, parti, cemaatler, kendi imkan ve kabiliyetleri çerçevesinde bir şeyler üretmeye çalışıyor ama bu çağda yaşamak hele hele de yarışabilmek zor. Bir zorluk da bu İslami yapıların, devlet desteğinden, kamusal faydalardan yararlanamamalarıdır. Birçoğunun meşruiyet sorunu ve yaşam mücadelesi de işin cabası.
Aynı yapılar; halka rağmen var olmuş rejim ve statükolara hesap verme gibi bir mecburiyetleri; bu hengâmede kadim sorunlara çareler üretme gibi bir görev ve sorumlulukları; gasp edilmiş toplumun aydınlanması için yapacakları faaliyetlere maddi kaynak bulma gibi bir zaruretleri vardır. “Rê dûre derî deng e..!” (Yol uzaktır, kapı da dardır).
Kullandığımız sosyal medya ve buna dayalı okuryazarlığımız Batı tarafından şekilleniyor. Okunan kitap, rol model kişilerimiz de aynı emperyalist dünyanın. Sosyal alan ve kültüre hitap eden emperyalist cephe; devlet ya da devletler kadar imkan ve refleksleri olan şirketlerin, derin yapıların desteğini alabiliyor.
ABD’nin, Vietnam ve Afganistan hezimetlerini örtmek için dünya halklarının bilinçaltına Rambo’yu; Somali’de Karaşahin Düştü filmlerini işledi.
Aynı algıyı; “sanat, spor, tüketim ve sunulan rol modeller” üzerinden de pek ala okuyabiliriz. Bunları; yaşarken ve ölürken, ticari bir meta olarak da kullanabiliyor.
İran’ın Ashab-ı Kehf, Meryem, Elçi’si; Türkiye’nin Diriliş Ertuğrul ve vizyona girecek yeni yapıtları da mühim mesajlar verdi ama Ferecullah Silahşör, Şehriyar Behrani gibi yönetmenler; Şebnem Gülihani; Cafer Dikan; Cüneyt Arkın, Engin Altan… aktörlerin; milli sınırları aşsalar da Müslüman kültür dünyasının mesajını; Hıristiyan emperyalist dünyanın bilinçaltına işlediği ne derece doğru? Bu da ciddi bir eksikliktir.
Hakikat ise sahipsiz “bir halk beklemez, baskın kültüre meyleder; bir dava da mazeret kabul etmez.” Yan mirin yan xelat (ya ölüm, ya ödül olur).
Modernizmin hakim olduğu dünyamızın mucidi Batı’dır. Geçmişi, 50 yılı bile bulmayan bu nevzuhur değerin kültür olduğu bile tartışılır. Kültürün kodları, mazinin bin yıllarındadır ve Batı, kendi mazisinden de vazgeçmiş; köksüz bir yaşam bina etmiş; bunu, zor ve sermayenin üzerine oturtmuştur. Bunun da beklenmedik bir gelecekte, beklemediği bir inkılaba uğrayacağı bir vakıadır.
Buna göre Şarkın, özellikle de İslam dünyasının geleceğini inşa edeceği kültür; tarihte, derin hafızamızda hatta başımızdaki seküler rejimlerin sürekli güncellenen ajandalarında ve aldıkları karşı tedbirlerinde mevcuttur. Emperyalizmin şahsındaki postmodern şirk ve zulüm dünyasının karşısında her an iktidar şansı olan tek alternatif de bu yeşil tehdittir(!?).
Her defa bir projeyle te’dip ve tenkil edilen İslami hareketlerin gördüğü baskı; bu hakim korku ve endişenin sonuçlarındandır ama korkunun ecele faydası yok; bu korkularıyla yüzleşeceklerdir.
Müslümanlar olarak, dışardan destanlara meyilliyiz veya birileri, nesilleri yok etmek için bunun yollarını açıyor. Hicaz işgal altında, liderler Siyonizm’le habire anlaşma, ortaklıklar, işbirlikleri imzalıyorken; BAE uçakları –hiç alakası yokken- Yunan ordusuna katılıyorken; Hicaz Muvahhitlerinin(!?), kıtalar ötesinde düşman araması, tanımadıkları zalim ve zeminlerde cihad adına vuruşup vurulması… ne kadar isabetli ve kime fayda verir acaba? Haçlı ve Siyonizm’in beyliklerine dönmüş Hicaz’daki aile saltanatları ne kadar Yerliyi temsil ediyor, ne kadar meşru? Uzağa ne hacet? Dost ve kardeş eller, düşman ve kırılası eller de yanı başımızda. Lanetle recmedeceğimiz şeytanımız, kulağından tutup Haçlı diyarlarına atacağımız ‘adû da içimizde. Söz, hareket, konuşma hatta seçtikleri dost ve düşmanlarıyla bize değil; Yahudi ve Nasara’ya benziyor bu hinler!!
“Kendini kınayan nefse andolsun!” Yani:
“Tükürün cephe-i lakaydına Şark’ın, tükürün!/Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!// Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!/Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!//Tükürün Ehl-i Salib’in o hayasız yüzüne!/Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!//Medeniyyet denilen maskara mahluku görün:/Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!//Hele i’lanı zamanında şu mel’un harbin,/ ‘Bize efkar-ı umumiyesi lazım Garb’in;// O da Allah’ı bırakmakla olur ” herzesini,//Halka iman gibi telkin ile, dinin sesini/Susturan aptalın idrakine bol bol tükürün!”
Müslümanız ve “istemesek de mücadele farz kılınmıştır.” Ve tabi ki “zulüm ve şirk odaklarının bilemeyeceği, bilse de anlayamayacağı avantajlarımız” da vardır. Eziyet yerine, lezzet veren bir aşkımız vardır. “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan Tabîb? Kılma Derman derdime kim İLACIM ZEHRİ dermanındadır!”(Fûzûlî).
İlahi! Asa-yı Mûsa ve Zülfikar ilim ve cesareti.. wesselam!