Bu haftaki yazıyı kaleme almadan önce bir düşündüm, ne yazmalıyım diye. Bir yandan bunu düşünürken, diğer yandan da mümkünse politikanın dışında olsun diye düşünmekten de kendimi alıkoyamıyorum.
Bu, politikayı önemsiz veya gereksiz gördüğümden değil. Aksine politika hem önemli ve hem de gerekli. İstesek de istemesek de hayatımızın bir parçasıdır politika. Hele hele bir de politikanın gündemi yaşadığımız ülkenin idaresi ise ve bir de buna talip olanlar varsa, tümden ilgilendiriyor. Dolayısıyla bu durumda politikaya bigâne kalmak da mümkün olmuyor.
Gördüğümüz gibi, birçok siyasi parti ülkenin idaresine talip.
Seçmenler bir cumhurbaşkanı ve 600 de milletvekili seçecekler.
Cumhurbaşkanlığı için muhtemelen 5-6 kişi yarışacak. 600 milletvekilinden biri olmak için aday adayı olarak başvuranların sayısı binlerle ifade edilmektedir. Seçilecek sayının 20 katı bir başvuru var. Ve hangi partiden başvurmuş olursa olsun, hepsinin ağzından çıkan ilk cümleler aynıdır: Türkiye için… Milletimiz için… Vatanımız için…
Sanırsınız ki, hepsi fena fi Türkiye, fena fi millet ve fena fi vatan olmuş ve hiçbiri zerre kadar bile olsa kendisini düşünmüyor.
Aday adaylarından en fazla dikkatimi çekenler de Ak Parti'den başvuranlardır. Mesela “dava” kelimesi hiçbirinin dilinden düşmüyor. Sayın Erdoğan başta olmak üzere bu hareketin ve bu Ak Parti'nin evveliyatını, deyim yerindeyse cemaziyelevvelini az çok bilen biri olarak bir bu adaylara bakıyorsunuz ve bir de bu hareketi bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçiriyorsunuz, belki de %90'ı bile hiçbir karede yok. Bunlardan ne kadarının 15 Temmuz'da meydanlarda oldukları da önemli.
Her partinin önceliklerinin, olmazsa olmazlarının olması anlaşılabilir bir şeydir. Bunu anlarız. Ama anlayamadığımız, bir insan bu kadar mı kendi ihtiraslarını, ikbal ve istikbal hesaplarını ve kısaca bireysel çıkarlarını din, milliyet, vatan, millet, devlet ve laiklik gibi değerler üzerinden pazarlayacak kadar ileri gider?
Mutlaka aralarında içi dışı bir olanlar da vardır. Ama çoğu iddialarında dürüst gelmiyor insana. Çünkü daha attıkları ilk adımda inandıklarını söyledikleri değerlerini ve ilkelerini çiğniyorlar.
Örneğin, kendisini yıllardır tanıyorsunuz, ömrü İslam'a ve Müslümanlara karşı olmakla ve onlara karşı savaşmakla geçmiş ve hala öyle, ama üç beş oy almak adına kendisinin de Müslüman olduğunu söyleyebiliyor. Veya düne kadar İslam kardeşliği ve ümmet demiş ve her türlü ırkçılığı-milliyetçiliği reddetmiş, ama bugün, “ben de milliyetçiyim” diyebiliyor. Yine bakıyorsunuz, kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayanlardan bazıları, birileri için, “ben de Müslümanım” dediği gibi, kendilerini Müslüman olarak tanımlayanlardan bazıları da, “ben de Atatürkçüyüm” diyebiliyor. Hâlbuki kendisi olamamış bir kişi Atatürkçü olsa ne yazar, Müslüman olsa ne yazar!
Bütün bunlardan hareketle naçizane geldiğim nokta şudur: İnsan için hayatın özü, kendisi olmasıdır ve kendisi için yaşamasıdır. Eğer bir kişinin kendisine hayrı yoksa başkalarına da hayrı olmaz. Bir kişi, elde ettiği nimetleri elindekilerle birlikte diğer insanlarla paylaşıyorsa eğer, o gerçekten onlar için de var. Bu erdemde olan kişi de haddizatında kendisi için yapmış oluyor. Çünkü balık bilmese bile Halık bütün bunları onun amel defterine kaydediyor.
İdarecilerini seçme süreci yaşayanlar bilmeliler ki, kendileri nasıl iseler, başlarına gelecek olanlar da aşağı yukarı onlar gibi olacaktır. Hala kendisi olamamış kişileri kendilerine idareci olarak seçenler, doğal olarak sonuçlarına da katlanacaklardır.