Resulullah(sav), babanın çocuğuna verdiğini istisna tutarak, hediyeyi veya bağışı geri almanın helal olmadığını belirtir.(Ebû Dâvud 3539, Neseî 3705, Tirmizî 2132, İbnu’l-Cârûd 994, İbni Mâce 2377, İbni Hibban 5123)
Namık Kemal; “Devlet halkın ne babasıdır ne hocasıdır ne vasisidir ne de lalasıdır” der. Eyvallah öyledir, ancak Sezai Karakoç’un; “Devlet hayatında samimi eleştiri şarttır. Eleştirisiz devlet, kısa zamanda çöker” deyişi gibi yanlışları söylenmeyen bir devletin de geleceği malumdur. Ve devlet derken de maksudun rejim ve sistemin çok ötesi olduğu aşikârdır.
Maddi mevzular yanlış planlanırsa tekrar yaparsınız, diktiğiniz binada kusur bulursanız, yıkar yenisini inşa edersiniz. Ancak attığınız adım, proje ve icraatınız; birey, aile, kavim ve toplumun bizzat kendisi ise, çok güçlü referanslarınız olmalı. Ve bu dayanaklar; üst akıl, ortak akıl, küresel kabul, modern sistem, bilimsel tez, pozitif yaklaşım, rasyonel veri gibi her türlü manipüleye açık süslü etiketlerle değil vahiy ve nas gibi insanüstü nosyonlarla okunmalı. Yoksa yapacağınız kabahatin kendisi de özrü de telafisi de büyük mağduriyetlere yol açar, zulüm ve kahr olur.
Suriye’den buraya gelenler için, son günlerde İslamcı(!) kimi yazarların kullandığı ‘buraya sürülenler’ ifadesi bir defa, defolu bir tabirdir. Defolsunlar diyen nasipsizlerin, tahrikkâr ve tahripkâr yorumlarına yahut bölgedeki yeni konjonktür ve demografik denklem üzerinden duyar kasmalarına verilmiş tavizdir.
Siyasetteki bir takım menfi sonuçların faturasını en garibana keserek işe başlamak, herhalde, ‘kiminin parası, kiminin duası’ biçimindeki Anadolu irfanını, fayda-zarar değirmeninde öğütmek demektir.
Suriye’den gelen muhacirler, bu ülkede kurdukları şirketlerle, bir çok sektörde paylaştıkları bilgi, birikim ve tecrübeleriyle, üretime, işgücüne, huzura, kültürel zenginliğe ve kardeşliğe kattıkları bu kadar değerle birlikte, kendilerine sunulan özgür imkanlara nankörlük etmediler. Üç milyonluk devasa kalabalıklarına rağmen mezkur kaideyi bozmaz denecek istisnaları dahi neredeyse görülmedi.
Ekonomik daralmanın sebebi olarak, ucuz maaşa çalışan ve hizmet alımında kendisine ortak olan Suriye’li muhacirleri gören avam tavır neden yükseldi? Bu sorunun cevabını, evvela ensar-muhacir kardeşliğinin din ve imanla alakalı olarak noksan işlenmesinde aramak gerek.
85 bin camide, yüz elli bin imamla bu husus sürekli işlenmeli (idi). “Ayet-i kerimeler, ensarı nasıl övdü? Resulullah(sav), Ensar için ne dedi? Medine’de muhacirler nasıl karşılandı? Fedakârlıkları ne düzeyde idi? Aralarında nasıl bir bağ kuruldu?” Bunun gibi konular, ciddi biçimde topluma aktarılmalıydı.
İkincisi, göçmenlerle ilgili sosyal politikalar, dışardan gelen fonlardan ziyade insan merkezli olarak sürekli revize edip geliştirilmeliydi. Birincisi atlandı, sivil toplum ise bu hususta biraz yetersiz kaldı. Diğeri ise yapılmadı değil ancak, gelenlerin dehaleti, intibak hızı ve hacmiyle orantılı olmadı.
Peki, “nasıl olsa dilleri yok, elleri mahkum, şu anda mecburuz, onlar için şöyle tedbir almışız, hem bu kadar baktık yeter” gibi, emanetin sahibi edasına evrilmek ya da, “oyunu görmemişiz, meğerse bir taraftan Şam rejimi, diğer taraftan da ABD ve Rusya güdümündeki PYD filan, oradaki nüfusu habire sınırın bu tarafına süpürerek, tasarladıkları hakimiyetlerini tahkim ediyorlarmış” diyerek, size sığınmış olanları, merhametsizlerin insafına terk etmek ind-i İlâhide nasıl karşılık bulur, bunu düşünmek lazım.
Elhasıl, hem paraya hem duaya aşırı derecede ihtiyaç vâki iken, itidali elden bırakmamak evlâdır.
“Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O'nun nimetini engelleyecek yoktur. O'nu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, merhametlidir.”(Yunus 107)
Ve O’nun kimlere zarar dileyeceği, kimlere iyilikte bulunacağı da bellidir.