Nasıl anlatacaktı ihtiyar kadıncağıza? Tek oğlunun, kınalı koçunun kurban verildiğini… Hele geçen hafta ayrılırken ihtiyar kadının son sözlerini hatırladıkça kulakları uğulduyor, çaresizlikten ağlıyor, ağlıyordu. ‘Kınalıma iyi bak Mahmut! Kurban dağıtmaya giderken onu kurban vermeyesin ha!’
“Keşke” dedi kendi kendine. “Keşke ben ölseydim.”
Akşamüstüydü. Havanın kararmaya yüz tuttuğu demlerde sokakları adım adım arşınlıyordu Mahmut. Hacer Teyzeyi düşünüyor, kınalı koçunun kurban verildiğinin haberini, nasıl vereceğini hesaplıyordu. Tek katlı, kiremitli evin önünde durduğunda pencereden / içerden gelen bir mırıltı duydu. Kulak kabartınca Hacer Teyzenin Kur’an okuduğunu anladı. “Yoksa haberi duymuş mu?” diye düşündü.
Kapıyı tıkladı. Az sonra kapıyı beyaz örtüsüyle nur yüzlü ihtiyar bir kadın açtı. Karşısındaki adamı görünce gözleri parladı. “Hoş geldin Mahmut’um! Buyur içeriye…”
Mahmut’un gözünden kaçmayan şey, ihtiyar kadının sürekli Mahmut’un arkasına bakmasıydı. Kapıyı kapatırken dahi son kez başını uzatıp sağa sola baktı, sokağın sonunu da bakışlarıyla kontrol etti. Ümitsizce Mahmut’un arkasından salona yürüdü.
Oturma salonundaki minderde oturan Mahmut düşünceliydi. Bir hafta önceydi. Her zamanki gibi Kınalıyı almak için gelmişti o gün Hacer Teyzeye. Kınalı, Hacer Teyzenin genç oğlu İsmail’di. Perçemi hafif kırmızıya çalan bir renkte olduğu için, Hacer Teyze ‘Kınalım’ derdi oğluna.
İsmail, üç yıldır Mahmut’la beraber uluslararası bir yardım kuruluşunda çalışıyordu. Azimli, gayretli, fedakâr bir gençti. Namazlarına çok dikkat eder, insanlara yardım etmeyi çok severdi. Bu sebeple birçok yardım derneğinde çalışmıştı. Son olarak uluslararası bu yardım kuruluşunda üç yıldır gayret gösteriyordu. Ahlakı, hilmi ve edebiyle göze çarpıyordu, iyilik ve takvada yardımlaşması gözden kaçmıyordu. Zaten kuruluşta görevli herkes onu çok sever, annesinin deyimiyle “Kınalı” diye takılırdı.
O gün Mahmut, İsmail’i almaya geldiğinde Hacer Teyzeyi farklı bir halet-i ruhiye içinde görmüştü. Anne- oğul kapıda vedalaşırken Hacer Teyzenin oğluna bir sarılışı vardı ki, tarifi muhal… “İsmail’im, Kınalım! Irak’a gideceksin. Dikkatli ol e mi? Amerikan kâfirine dikkat et! Kınalımı kurban vermeyeyim sonra.”
“Ana!” dedi güleç yüzüyle İsmail. “Ana! Her zaman sevinçle beni uğurlardın. Bu defa niye bu hal?.. Sanki ölüme mi gidiyorum. Mazlum kardeşlerimi, babasız çocukları, kocasız kadınları, yardım için yol gözleyen dindaşlarımı bir kurbanlıkla da olsa sevindirmeye gidiyorum. Biliyorsun önceki yıl Afrika’ya gittik. Ne kadar sevinmişlerdi ana. Bir görseydin. Ya geçen yaz Açe-Sumatra’daki felakette yaptığımız yardımdan dolayı oradaki Müslümanların sevincine şahit olsaydın, acaba ne derdin ana. Canım ana! Mazlumları sevindirmek ne güzel!...”
“Kurban olam oğluma. Var git sen. Beni dert etme. Ana yüreği işte…”
Gözyaşlarını silen Hacer Teyze Mahmut’a baktı:
“Mahmut” dedi yarı şaka yarı ciddi gülümseyerek: “Kurban eti dağıtırken, sakın Kınalımı kurban etmeyesiniz ha!”
Üçü de gülüşmüş, az önceki hüzün unutulmuştu. İsmail’i alan Mahmut yola koyuldu. Araçta İsmail’e takılıyor, bir yandan da konuşuyorlardı.
“Dinle Kınalı! Irak tehlike çemberi… İşgalci Amerikan askeri direnişçilerin korkusuyla halkı potansiyel suçlu olarak görüyor. Rasgele ateşler açıp bir çok katliama sebep oluyor. Günlerce, haftalarca şehirleri kuşatıp halkı gıdasız ve yardımsız bırakıyor.”
“Ya biz” dedi İsmail. “Biz nereye yardıma gideceğiz?”
“Telafer” dedi Mahmut bir nefeste. “Telafer’deki kardeşlerimize bayramın ikinci gününde kurbanlık dağıtacağız inşallah.”
“İnşaallah”
Araçları merkez binaya doğru kıyı şeridinde yol alırken aniden yağmura tutuldular. Araç sessizliğe gömüldü. İsmail, dalmıştı adeta. Susmuş, konuşmuyordu. Gök gürlemeleri artınca yağmurun şiddeti de artıyordu. Aracın kaportasına değen her yağmur tanesi, ritmik bir ses çıkarıyor, adeta bir hüzün parçası besteliyordu.
Ansızın bir şimşek çaktı. Bir ihtiyar gördü İsmail. Heybetli ve etkili bir duruş sergileyen bir ihtiyar… Yanında biri daha vardı. Bir çocuk... İhtiyar, çocuğu yere yatırdı. Gözlerini bağladı. Hiç itiraz etmiyordu çocuk.
“Emr olunduğun şeyi yap babacığım!” diyordu.
“Oğlum!” dedi ihtiyar kesik kesik.
Eline aldığı bıçağı hafifçe kaldırdığı anda;
“Aman Allah’ım!” dedi Kınalı sıçrayarak.
“Hayrola” dedi Mahmut. Ne oldu? Yoksa rüya mı gördün?”
“Allah hayır etsin abi galiba uyuklamışım.”
“Arabanın fanını da açınca içeri epey sıcak oldu”
Rüyasını Mahmut’a anlattı yol boyunca. Etkilendiği belli oluyordu.
“Rüya işte” dedi Mahmut. “Annenin telaşı, işimizin stresi…”
“Fakat” dedi Kınalı. “En son gördüğüm şey, yere yatırılan o çocuğun ben olduğumdu abi”
“Sen mi?”
Şaşkınlıkla baktı İsmail’e. Ortam duygu yüklüydü. Havayı dağıtmak gerektiğine inandı.
“Hadi canım sen de…” dedi zoraki gülümseyerek. “Rüya dedim ya! Boş veer?”
Nihayet merkez karargâha vardılar. Hazırlıklarını yapıp yardım konvoyu eşliğinde Arefe gününün sabahı sınırı geçtiler. Uğradıkları her köy, her kasaba, her yerleşim yeri felaket kokuyordu. Birçok kontrol noktalarında nice zorluklarla karşılaştılar. Araçlarına kurşunlar yağdırıldı. Yine de pes etmeyip Telafer’e yol aldılar.
“Şu boğazı da geçtik mi vardık sayılır” dedi mihmandarları.
Mahmut’la en öndeki kamyondaydılar. Bir an göz göze geldiler. Her ikisi de kurban bayramının bu ikinci gününde sıla hasreti çekiyordu. Lakin yardıma muhtaç kardeşlerini düşündükçe “Varsın bizsiz olsun bu bayram. Yeter ki, kardeşlerimize faydamız dokunsun,” diyorlardı.
Birden ne olduğu anlaşılmayan feryatlar, silah sesleri birbirine karıştı. “Ah!” dedi İsmail boynunu tutarak.
Duran kamyondan hızla inen Mahmut, İsmail’i kaptığı gibi yere bıraktı. Boynundan şerha şerha kan akıyordu.
“İsmail, İsmail” diye haykırdı Mahmut feryatla “Kınalım. Koçum ne oldu sana?
Elleriyle boğazını tutan İsmail, kanlar içindeydi. Üstüne dökülen kanın bir kısmı perçemine bulaşmıştı. Perçemi kanlı bir kurbanlık gibiydi. Kanlı perçem… Allah’ın şeairi… Ve İsmail…
Konvoyun doktorlarını çağıran Mahmut, tekrar İsmail’in başındaydı. Hayret İsmail gülümsüyordu. Yanlış mı görüyordu yoksa?
“Abi!” dedi İsmail, Mahmut’a bakarak. Mavi göğün atlas iklimini işaret etti.
“Görüyor musun? Ne güzel bir koç! Benim gibi perçemi kınalı…”
“Kınalım! Ne diyorsun sen?”
Hayretler içindeydi Mahmut. Neler oluyordu İsmail’e? Neler sayıklıyordu öyle? Adeta iyileşmişçesine rahat konuşuyordu İsmail.
“Bak Mahmut abi! O ihtiyar… Hani arabada uyuklarken görmüştüm ya. Gel diyor bana. Bak! Gel diyor!... Allah’ım ne güzel bir vadi. Yemyeşil.. Gitmeliyim…” Sıcakkanlar akıyordu kurbanlık koç misali.
“İşte böyle” dedi Mahmut, karşısında oturan Hacer Teyzeye. Yaşadıklarını bir bir anlatmıştı.
“Cenazesi merkez binada… Yüzüm yok sana karşı Hacer Teyze. Kınalını getiremedim. Kurban verdim...”
Ağlayan Mahmut’a bakan Hacer Teyze ıslak gözleriyle konuştu.
“O gün / gidişinizden bir gün önce ikindi namazı sonrası seccadede uyuklamıştım. İhtiyar bir adam gördüm. Heybetli ve vakarlıydı. Yanındaki çocuğu yere yatırıp boğazlayacağı anda…
Yutkunup konuşamadı. Mahmut şaşkınlık içerisinde bocalıyordu. Hacer Teyze, güçlükle devam etti.
“… Ansızın o çocuğun İsmail’im olduğunu gördüm. Kınalımdı o benim. Kınalı koçumdu. Herkes kurban verirken bu bayramda ben; ciğerparemi kınalı koçumu sana uğurladım Allah’ım! Siz gidince Kınalımın dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktığını anlamıştı zaten…”
İhtiyar kadın ve oğlunun aynı rüyayı görmeleri karşısında donakalmıştı Mahmut. Hacer Teyzenin adeta sayıklarcasına söyledikleri son sözler kulaklarında çınlarken, gözyaşlarına engel olamıyordu.
“Allah’ım! Kınalımı İsmail (as)’e arkadaş eyle!...”
İnzar Dergisi