Arakan'daki katliamlar; kınamalara, çağrılara, açıklamalara ve protestolara rağmen hız kesmeden devam ediyor. Katliamların sistematik soykırıma dönüştüğü bir süreç yaşamaktayız. Soykırım suçunun işlendiği gün gibi ortada iken ve binlerce insan bunun mağduru olarak tanıklık yaptığı halde, nedense uluslararası hukuk kuralları işlememektedir. Sözde uluslararası hukuka göre; soykırım, bir insanlık suçudur ve faillerinin uluslararası ceza mahkemesinde yargılanmaları gerekir. Mağdurların koruma altına alınması ve bu soykırım sürecinin engellenmesi esastır. Kağıt üzerinde böyle. Bu kelimeler kulağa çok hoş geliyor da hakikatte bunun hiçbir karşılığı yoktur. Hele de bu soykırıma uğrayanlar Müslümanlar ise, tüm dünya olanları görmemezlikten gelmeyi tercih etmektedir.
Ne zaman ki Müslümanlar direnişe geçip önemli mevziler elde ederse, işte o zaman Müslümanların kazanımlarının daha ileri boyutlara varmaması için, BM gibi kuruluşlar olaylara müdahil olmaktadır. Bosna örneğini hatırlayalım. Bosna'daki katliamlara sessiz kalan Batı, Srebrenitsa'da binlerce Boşnak Müslüman'ı Sırplara teslim etti, katledilmelerine göz yumdu. Dünya, Bosna'daki katliamları sessizce seyrediyordu. Ne zaman ki Müslümanlar direnişe geçip önemli mevziler elde etti ve İslam dünyasının Bosna'ya olan ilgisi sahada çok ileri bir düzeye ulaştı, işte o zaman bu işin çok ileri boyutlara ulaşacağını düşünen Batı, olaya müdahil oldu. Oysa Batı'nın müdahalesi gelmemiş olsaydı Müslümanların kazançları artacaktı. Süreci kontrol altına almak için müdahalede bulundular ve hepimizin bildiği süreç gelişti.
Biz, kardeşlerimizin katliamdan kurtulmasını istiyorsak Bosna örneğinde olduğu gibi, sahada şekillenen bir duyarlılık oluşturmalıyız. Kınamalardan, açıklamalardan medeni milletler anlarlar. Oysa karşımızda bir canavarlar sürüsü durmaktadır. Bunların anladığı tek dil ise sadece güçtür, maddi caydırıcı unsurlardır. Bu itibarla; açıklamalarımızı, mitinglerimizi, kınamalarımızı, sahadaki caydırıcı adımlarla desteklemeliyiz. Tepkilerimizin, ete kemiğe bürünmesi lazımdır. Zulüm altındaki Müslümanların durumu için kalıcı ve adil çözümler buluncaya kadar ısrarımızdan vazgeçmemeliyiz. Sadece zulümler ayyuka çıktığı zaman değil, haksızlığın olduğu her zeminde çözüm odaklı bir tepki stratejisi geliştirmeliyiz.
Halkı Müslüman olan devletlerin oluşturduğu uluslararası kurumlar asli misyonlarına dönmelidir. Bu kurumlar bostan korkuluğu olmadıklarını hatırlamalıdır. Ya da uluslararası anlamda Müslümanların hak ve hukuklarına sahip çıkacak, caydırıcı imkânlara sahip yeni kurumlar tesis edilmelidir.
Uluslararası kurumlar bugüne kadar Müslümanların hiçbir sorununu çözmedikleri gibi, bu kurumlar Müslümanların başında Demokles'in kılıcı gibi sallandı. Batılı emperyalistlerin işgallerine yasal bir kılıf bulmaktan başka bir fonksiyonları olmadı. O halde artık müslüman milletlerden müteşekkil kendi ‘Birleşmiş Milletler' kurumumuzu oluşturmalıyız. Böyle bir kurumun da gerçekçi bir misyon üstlenmesi için de Müslümanların kendi aralarındaki savaşlara bir son verip sorunlarının yegane çözüm yeri olarak müzakere masasını görmeleri gerekir.
Bu gün ümmet olamayışımızın bedelini, kadınlar ve mazlum çocuklarımız kanları ve canlarıyla ödemektedir. Ümmet olursak, hep beraber kazanırız; ümmet olamaz isek, teker teker her birimiz kaybederiz.
Şunu ifade etmek gerekir: Artık Müslüman kanı dökmeye yeltenen her kâfir ve zalim, bunun ağır bir bedelinin olduğunu bilmelidir. Müslüman kanı dökmeye niyetlenen herkes, tekrar tekrar düşünmek zorunda kalmalıdır. Böyle bir işe teşebbüs edenlerin fiilleri de ağır bir şekilde cezalandırılmalıdır. Kanımızın, canımızın, namusumuzun ve malımızın değerini biz belirlemeliyiz. Ve herkes de belirlenen bu değere hürmet etmek zorunda olmalıdır.