Zaman kavramı tarih boyunca insanlığı meşgul etmiştir.
Zaman mı insanı kuşatmaktadır, insan mı zamanı etkilemektedir?
En küçük birimini ‘an’ olarak bildiğimiz/adlandırdığımız bu zamanın gerçek ölçüsü nedir?
Göremeyiz, işitemeyiz, tutamayız ve bir kalıba sokamayız; ama olduğunu hissederiz; çünkü gece gündüz, mevsim, doğum ve ölüm dediğimiz realiteler üzerinden bir akışın olduğuna şahitlik ederiz ve biz de bu akışa tabiyiz. Biz bu akışla adına zaman dediğimizin geçtiğini, bizi içine aldığını ve geleceğini düşünerek böyle davranırız.
Dün, bugün, yarın; geçen yıl, bu yıl, seneye deyip zamanı olay ve gelişmelere göre sıralarız. Zaman denilen bu mefhum üzerinden insanın doğum ve ecelini ‘hayat’ denen bir kalıba dâhil ederiz. Varlık olarak herkes ve her şeyin içine gömülü zaman evrenseldir; ama zamana ilişkin idrak, yaklaşım ve düzenlemeler toplumdan topluma farklı şekil ve seviyelerde ortaya çıkmaktadır. Toplumlar da insan gibi zaman mefhumu içinde yaşar ve yok olurlar.
Tarih boyunca toplumlar, zamanı ölçmek ve yaşanılanları bir zaman dilimine göre isimlendirmek, bilmek ve aktarmak için takvim oluşturmuşlar. Her toplum zamanı belli bir kronolojik çerçevede algılamış ve buna göre yaşamıştır. Zamanı ifade eden kronolojik sistemler de, uygun bir kültür ve medeniyet ortamında gelişebilirler. Başlangıcı, ay veya güneşe göre işleyişi, ay sayısı, yılı oluşturan gün sayısı birbirlerinden farklı olan Hicri, Miladi, Rumi, Maya, 12 Hayvanlı, Yaradılış, Olimpiyat, Hükümdar ve Antik Mısır Takvimi gibi değişik isimli takvimler vardır.
İnsanın zamanla ilişkili ve zamanın oğlu olduğu bilinci; insan, hayat ve toplumu bir düzen bütünlüğünde algılamaya götürür. Bu durum kâinattaki ahenk, denge, sosyal düzen, doğal, insani ve dünyevi olaylar ve daha birçok durum arasındaki ilgi ve ilişkinin uyumunu sağlar. Bu algı zaman üzerinden insanın tanrısal olanı düşünmesine de kapı aralar. Vahiy kaynaklı, ilkel veya ideolojik tabanlı dinler ilk günden zaman konusuna ilgi duymuş, zamana bir kutsallık biçmiş, zamanı övmüş; bazen de zamandan korkmuş, zamana lanet etmiş ve zamana karşı olumsuz bir tavır geliştirmiştir.
İnsanlık ilk günden dünya arenasında hastalık, savaş, fakirlik, sel, deprem ve yangın gibi çeşitli afetlerle karşılaşmıştır. Bu, bugün de böyledir; ama insanoğlu çoğunlukla olumsuz ve musibet ağırlıklı bu sınanmaları farklı anlamış, değerlendirmiştir. Bu musibetler ve felaketleri aşmaya veya bunlardan önceden haberdar olmaya çalışmış. Bununla ilgili kehanetler üretilmiştir. Son günlerde özellikle Maya Takvimi kaynaklı kıyamet senaryoları ve 2020 yılına mal edilen spekülasyonlar bu tür yaklaşım ve kehanetlerin belirgin bir örneğidir.
İnsanlar, 2020 yılına her önceki yeni yıl gibi şaşalı, şatafatlı, neşeli, bin bir beklenti ve umutla girdi. Oysaki dünya özellikle İslam dünyası 2019 ve önceki yıllar gibi 2020’ye de savaş, kan, gözyaşı, iç savaşlar, hastalıklar ve değişik felaketler eşliğinde girdi. 2020’deki deprem, çekirge istilası, Korona virüsü, uçak kazaları ve sel felaketleri bu yaklaşım, aldanış ve kuruntu içindeki insanların elini güçlendirmiştir. Maalesef birçok insanın da bu algıya kapılıp ürkek ve korkak bir tutum içine girmesine yol açmıştır. İster istemez kitaplara, filmlere, takvimlere ve dillere pelesenk olan kehanetler 2020 yılı için ‘Ne oluyor, olacak?’ sorusunu güçlendirdi.
Zaman, takvim ve yıla yüklenen bu yanlış anlamlar Allah’ın zamana, hayata ve yaşama Hâkim ve Kadir olduğu inancını zayıflatan bir yanlışa götürmektedir. Oysa Allah “Hayatı ve ölümü hangimiz daha güzel amel işliyor” (Mülk: 2) sırrına binaen yarattığı gibi bu hayat sahnesine gelen her insan için de “Sizi korku, açlık; mal, can ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız.” (Bakara: 155) Hakikati işlemiştir, işleyecektir.
Kıyamet ne zaman mı kopacak?
“Sana o kıyameti soruyorlar, ne zaman kopacak diye. Sen nerde, onu anlatmak nerde? Onun son ilmi Rabbine aittir.” (Nazi'at: 42-44)
Zaman, hayat, olaylar ve kıyamet gibi daha birçok şeye İlahi bakış bizi ‘Güzel bakan güzel görür, güzel gören hayatından lezzet alır’ müjdesiyle hayat ve insanlarla barışık kılacaktır.