Şu anda AKP'den milletvekili adayı da olan bir akademisyenin ilginç bir tespiti vardı. Abdullah Öcalan'ın paketlenip Türkiye'ye teslim edilmesi, Fethullah Gülen'in Amerika'ya transfer edilmesi ve Tayyip Erdoğan'ın cezaevine gönderilmesinin aşağı yukarı aynı döneme denk gelmesini, beynelmilel güç odaklarının gelecek dönemde Türkiye üzerinde yapmak istedikleri ameliyatlar için bir dönüm noktası olarak değerlendiriyordu.
Kanaatimce bu akademisyen sonuna kadar haklıydı ve önemli bir noktaya dikkat çekmişti. Zaten sonrasında yaşanan gelişmeler ve günümüze yansımaları göz önüne alındığında hak vermemek mümkün değildi.
Ancak bir eksiklik vardı, akademisyenin tespitlerinde. Şurası bir gerçektir ki, söz konusu Türkiye ve beynelmilel ameliyat girişimleri olduğunda ana merkez Türkiye'nin doğusunda nasıl ki laik ve ulusalcı sol ise Türkiye'nin doğusunda da ameliyat merkezi Kürtlerdir.
Hatta güç odakları için Kürtlerin dizaynı artık batıdaki laik ve sol çevrelerden daha önemlidir. İşte akademisyenin eksik yaklaşımı da burada nüksetmektedir.
17 Ocak 2000 yılında düzenlenen Beykoz operasyonu ile Hizbullah Rehberi Hüseyin Velioğlu'nun şehid edilmesi, ardından başlatılan operasyon sürecinin açıkça imhaya dönüşmesi, sonuçları günümüze sarkan ameliyatların başarısında önemli bir kilometre taşı idi. Diğer kesimlere hapis, daha iyi pozisyonlar için tebdil-i mekân reva görülürken Hizbullah'ın payına ölüm ve imha düşmüştü.
Aslına bakılırsa bu kural halen geçerliliğini korumaktadır. Hala bile dizayn projeleri için diğerlerinin payına, şartlara bağlı olarak ödüllendirmelere kadar varan farklı tavırlar düşerken, Hizbullah'ın payına düşenin hala ölüm fermanı olduğunu, bu durumun hala geçerliliğini koruduğunu en son 6-8 Ekim projesinde bir kez daha yakından müşahade ettik.
2000 sürecinde ölüm ve imhanın dayatıldığı Hizbullah'ın yeniden toparlanmasını özetleyecek en makul deyim, herhalde “Küllerinden yeniden doğmak” olacaktır. Buna rağmen Hizbullah, değişen iç ve dış koşulların da etkisiyle olmalı ki toplumun tüm kesimlerine karşı olduğu gibi kendi üyelerinin kanına giren kesimlere karşı bile daha yumuşak, daha barışçıl bir politika benimsemeye başladı. Kaos ve çatışmalardan yana olmadığını ve olmayacağını, yaptığı sayısız açıklamalarla kamuoyuna deklare etti. Hizbullah bu tavrını ortaya koyarken doğal olarak 90'lı yıllarda kaos ve çatışma dayatan güçlerden de bunu bekledi. Reel düzlemde kabul gören bu yaklaşım, farklı evrelerde 90'ların tetikçiliğini yapan yerel odaklardan da ukelalıkla karışık da olsa nisbî bir kabul gördü.
Ne var ki yerel düzlemde güç odaklarının borazanlığından kurtulamayan yerel odaklar, bölge gerçekliğini ve halkın menfaatlerini hiçe saymak uğruna türlü entrikalara başvurmaktan geri kalmadı. Hatta geldikleri noktanın da gösterdiği şekliyle Hizbullah'ın makul tavrını, sadece Hizbullah'ın acziyetine yorumlama yoluna gittiler.
Hizbullah için yaptıkları “acziyet” değerlendirmeleri, küresel güç odaklarının dayattığı ajandayla da birleşince ortaya yeni ama tek taraflı bir saldırı süreci çıkmaya başladı. Burada kuklacı, Kürtleri hedef alan dizayn operasyonunda Hizbullah handikapını aşma planları yaparken, kukla ise, kuklacının “acziyet” dezenformasyonunu zoka niyetine yutma basitliğine saplandı.
Dizaynı hedef alan küresel ajanda, yerelde haramiliğe soyunanların “acziyet” değerlendirmesi, ideolojik tedhişat ve geçmişin kuyruk acısıyla da birleşince “münferit veya merkezden bağımsızmış” gibi görünen saldırılar art arda gerçekleşmeye başladı. Hizbullah, sabır ve sağduyu çağrılarıyla saldırıları boşa çıkarıp küresel ajandayı bozmak adına eşeğin kafasına karpuz kabuğu sokmak isterken bu durum, saldırganları daha da pervasızlaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Karşılık verilmeyen her bir saldırı, bir sonraki saldırının şiddetinin artırılmasına yaramaktan başka bir işe yaramadı. Dahası, oyun büyüktü ve bölgesel çalkantıyı nimete dönüştürmek isteyen küresel güçler, bölge üzerinde daha fazla manevra kabiliyetine kavuşmayı hedeflemekteydiler.
Açıkçası iş öyle bir noktaya vardırıldı ki, imha ile ihya seçeneği dışında hiçbir seçenek bırakılmadı. Artık sabır ve sağduyu tavırları, karşı tarafın imhasını kabul etme; İhya ise, ajanda dayatan küresel odakların şahsında yerel işbirlikçilere kocaman bir Selahaddin-i Eyyubi tokadı çekmekten geçecekti.
İmhanın geldiği en kritik aşama, aynı zamanda ihyanın da başlangıcı oldu. Bu da 6-8 Ekim süreciyle gerçekleşti.
6-8 Ekim'de her ne kadar planın vahşet boyutu öne çıktıysa da asıl önemlisi imha boyutunda gizliydi. Topyekûn bir kalkışma ile hedeflenen asıl şey, topyekûn bir imha idi.
Bu konuya girmiş olmamın sebebi, seçim süreci dolayısıyla küresel odaklardan destek, güç, lojistik devşiren yerel taşeron örgütün Kürt halkının geleneklerini, göreneklerini, inancını ve her türlü insani değerlerini hedef alan tehdit ve baskıcı tutumuna karşı Hizbullah Cemaati adına Sayın İsa BAGASİ'nin son röportajında değindiği bazı hususlardı.
Bu röportajda en çok dikkatimi çeken şey, yerel taşeronun baskı ve tehditlerine maruz kalan şahıs, aile ve aşiretlerin Hizbullah'a başvurmaları halinde güçleri nisbetinde her türlü desteğin verileceğiyle ilgili sözleriydi. Hizbullah, 6-8 Ekim vandalizminde bile “Bundan böyle hiçbir saldırı karşılıksız kalmayacak, saldırılara misliyle karşılık verilecek” gibi sadece savunmadan, ki pasif savunma da denilebilir, insi şeytanın şerrine karşı başkalarını da koruma rolünü üstlenmeye başlaması, yerel şeytanların övünerek dillendirdikleri “Kobani kırılması'na” karşı Hizbullah cephesinde de yaşananlara karşı önemli bir “kırılma” oluştuğunu göstermektedir.
Tehdit ve şantajlarla insanlar üzerinde kurdukları baskıyı giderek genelleştiren yerel şeytanlar, bunu Kürt halkında yaşanan “Kobani kırılması” ile ifade ederek, kurdukları baskıcı tutumu meşrulaştırma ve Kürtlerin gönüllü yönelimi olarak yorumlama yoluna gitmektedirler. Halkın tehditlere her zamankinden daha fazla prim vererek sinmesinin altında yatan en büyük neden ise, Kobani gerekçesiyle halka yaşattıkları dehşetler olmuştur. Kobani dehşeti açıkçası Kürt halkını hiç olmadığı kadar sindirme işlevine dönüşmüştür.
Ancak Kobani dehşetinin birinci dereceden hedefi ve mağdurunun özellikle dindar halk ve Hizbullah camiası olması, bunun Hizbullah politikalarında da bariz bir “kırılma” yaşanmasına sebebiyet vermiştir.
Kanaatimce artık bir tür Hizbullah klasiği haline gelen sabır, sükûn ve başkaları arasında yaşananlara mümkün olduğunca taraf olmama tutumu, 6-8 Ekim'de de görüldüğü gibi artık Hizbullah'ı yutmaya dönüşen bir girdaba dönüştüğünü herkes yakından gördü. Güç odakları ve yereldeki işbirlikçi, Hizbullah'ın tutumundan değil, Hizbullah'ın kendisinden yani varlığından rahatsızdırlar. Hedefleri de Hizbullah'ın çoğu zaman taraf tutmayan uygulamaları değil, bizzat Hizbullah'ın mevcudiyetiydi. Uygulamalarından değil de varlığından rahatsızlık duyuluyorsa, sadece varlığın küresel-yerel şeytanların uykularını kaçırıyorsa, o halde varlığını korumak adına da olsa artık dönen dolaplara çomak sokmaya mecbursun demektir.
Kim bilir, belki de varlığın tehdit, sessizliğin acziyet addedildiği anlar, “Pro-Aktif” siyaset uygulamanın en çok gerektiği anlardır.