Konu Hizbullah Olunca Vur Abalıya

Mehmet Zülfi Tan'ın Doğruhaber Gazetesi'nde yayınlanan makalesi: "Yıl 2000, Aylardan Ocak, Günlerden 27. Gün. Milli Eğitime bağlı bir ilköğretim okulunda müdür yardımcısıyım. Yatsı mı, yoksa akşam namazından sonra mıydı, duadayım."

Kapı kırılırcasına çalıyor. Kapı deliğinden bakıyorum. Gelenler var. Yüzleri maskeli, elleri silahlı ve tetikte. Gözleri bir noktaya bakıyor. Aç kurtlar gibi.

Her gün baskın ve gözaltı haberleri duyuyoruz. Canlı yayında operasyonlar gösteriliyor. Adeta bir sürek avı var. Yurt sathına yayılmış. Bugün de kurban benim. İçimden bildiğim bütün duaları okuyarak kapıyı açtım. Tabi açar açmaz bütün namlular üstüne kitleniyor. Dön dön dön, duvara dön sesleri arasında duvara yapıştırılıp üst araması yapıyorlar. Daha sonra bir odaya alıp başıma bir silahlı polis dikiyorlar. Evin altını üstüne getiriyorlar. Sobadaki külleri halının üstüne döküyorlar. Fotoğraflarım içinde bir tekvando hareketi pozu görünce çok korkuyorlar ve hemen gelip gözlerimi bağlayıp, ellerimi arkadan kelepçeliyorlar. Evde bir şey bulamayınca tehdit ediyorlar. Evde bulunan örgütsel malzemelerin teslim edilmesi için. Sonuçta İslami kitaplarımı, odun kırmakta kullandığım baltamı, fotoğraflarımı vb. işlerine yarayacak malzemeleri alıp gözlerim bağlı, ellerim kelepçeli olarak götürüyorlar. Eve de iki gün bekleyip, karakol kurup adam bırakıyorlar. Evde eşim ve iki küçük çocuğum var.

Önce ilçe karakoluna, oradaki işlemlerden sonra da Gaziantep Terörle Mücadele polis müdürlüğüne. Tabi hep gözümüz bağlı. Yol boyu kelepçeli ve iki polis arasında rükû vaziyetindesin. Önce mal, makam, mevki ve dünya ile kandırma taktikleri, olmayınca tehdit ve korkutma seansları.

Her taraf kar, soğuk bir ayaz, etraf buz tutmuş. Bu halde işkence merkezine giriş yapıyoruz. Sağdan soldan sesler gelmeye başlıyor. İsimler okunuyor. Anlıyoruz ki yalnız değiliz. Başka insanlar da getirilmiş. Önce suçlamaları kabul edenler- etmeyenler. Daha sonra kaba dayak faslı. Oda olmayınca odunla dövme seansı. Oda olmayınca çırılçıplak işkence odasına alma ve Filistin askısı. Filistin askısında hayaları sıkma ve psikolojik işkence çeşitleri. Daha sonra buz gibi havada, çırılçıplak halde dışarı götürüp tazyikli suyla işkence faslı.

Uyku yok, yemek yok. Bir meyve suyu bir simit bazen veriliyor. Kıbleyi soruyoruz. Söyleyen yok. Namaz kılıyorum ama kalbim rahat değil. Dört rekâtlı bir namazda bir seferinde her rekâtında ayrı yere döndüm. Sonra kendimce bir yön tayin edip kılmaya başladım. Hücrede jilet gibi bir yatak var, yanına yaklaşmak ateş pahası. Bin bir küfür ve hakaret. Yüksek müziğin sesine karışan insanların feryat sesleri, insanların ciğerini parçalıyor. Her bir işkencecinin ayak sesi veya homurtusu duyulduğunda acaba bu sefer kimin anasını ağlatacaklar diye kalbimiz güm güm atıyor. Sana gelmesini istemiyorsun ama kardeşlerine gitmesine de gönlün razı olmuyor. Buda ayrı bir psikolojik işkence.

Hele hele bir ara yan hücreme bir bacıyı getirmişlerdi. O zaman dünyam yıkıldı. Yanında da bir çocuk sesi geliyordu. Daha sonra alıp götürdüler. Nereye götürdüler bilmiyorum. Bizi de sürekli bununla tehdit ediyorlardı. “Ya kabul edersin suçlamaları yada eşinizi, kızınızı, ananızı da buraya getiririz” diye. Peki suçlamalar ne: Örgüt üyeliğini kabul et? Camiye gidişini ve orada ders verişini kabul et? Örgüt arkadaşlarının isimlerini ver? Şu şu kişiler nerde, yerlerini söyle? Kiminle sohbet ediyordunuz adlarını söyle? Nerede toplanıyorsunuz? Ne okuyorsunuz?” Bunları kabul etmenin cezası en az 12,5-15 yıl arası ceza kesin. Ve biz de sonuçta 12,5 yıl bunlardan dolayı ceza aldık. “Sanığın idamına bilahare şahitlerin dinlenmesine” diye hüküm veren bir sistemin mahkemesinden de fazla bir şey de beklenemezdi herhalde.

Dört günün sonunda işkence merkezine bir doktor çağırdılar. İşkenceciler sağlı- sollu doktorun yanına oturdular. Şöyle bir bakıp sağlam rapor verdiler. Zaten vermese, kim işkence diye bir şey diyebilir ki? Daha ağzını açmadan, hemen orada üstüne çullanırlar.

Savcılık, mahkeme derken cezaevi. Cezaevine kavuşunca sanki bir cennete girmişsin gibi oluyordu. Oradan hemen bir dilekçe yazıp doktora çıktık. Tabi, birkaç gün sonra. Ama yine de vücudumuzda işkence izleri vardı. Doktor bizi adli tıpa sevk etti. Yine aradan birkaç gün geçti. Adli tıptaki doktor “bir şey yapamayacağını ve rapor yazmaya da korktuğunu” açıkça belirtti. Biz de “bizi muayene etme sadece gördüklerini yaz yeter” dedik. Sağ olsun biraz cesaret gösterip sadece gözleri ile gördüklerini yazdı.

Zaten polis öyle bir insanları tehdit etmişti ki; koskoca Gaziantep barosundan dosyamıza girecek avukat bulamadık. Hiçbir avukat bizim ne mahkememize girdi nede avukatlığımızı kabul etti. Bir arkadaş nasıl olmuşsa bir avukat tutmuştu. Onu da polisler tehdit etti. Hemen bıraktı.

Daha sonra bize işkence eden bu polisler hakkında davacı olduk. Gözümüz bağlı olduğundan işkencecileri görmedik. Bunun için de yalan söylemedik. Mahkeme önce dava açmayı reddetti. Biz içişleri bakanlığına başvurduk. İç işleri bakanlığı raporlardan dolayı mahkemeye yazı yazdı. Mahkeme mecbur kaldı, raporlardan dolayı işkenceyi kabul etti, ama işkencecileri afetti, cezalandırmadı. Çünkü biz onları teşhis etmemişiz. Kimin yaptığı belli değilmiş, gözlerimiz bağlıymış.

Yani Allah aşkına bu işkenceciyi korumak değil mi? Velev ki işkenceci belli olmasın, ben orda devlerin sorumluluğunda değimliyim? Beni sorguya çeken, beni götüren, benden sorumlu bir birim yok mu? Bir savcı yok mu?

Ama devletin savcısı ve mahkeme hâkimi “bu yapılanlar daha size az” derse artık ne diyebilirsiniz ki? Nasıl bir adalet bekleyebilirsiniz ki?

Bundan dolayı da bu dava 13(onüç) yıldır devam ediyor ve hala sonuçlanmadı.

Yıl 2008. Hizbullah üyesi olmak, sohbet yapmak, kutlu doğum yapmak, Filistin gecesi düzenlemek, basın açıklaması yapmak, dernek kurmak, insanları barıştırmak. Sonuç 2008 de bir oprasyon-2012 de yine 6,5 yıl hapis cezası daha.

Çünkü mesele Hizbullah olunca hiçbir lehte hiçbir kanun uygulanmaz. Kimseden de ses çıkmaz. Ama suçlamaya gelince savcı dokuz kişiye ceza ister, hâkim on dokuz kişiye ceza verir. AHİM de mahkeme dosyana yalandan bir sürü deliller koyarlar. AHİM de demez “arkadaş bu ev arama tutanağında olmayan bu silahlar, bombalar nerden çıktı” . Çünkü orda da tezgâh kurulmuş, uluslar arası. Müslüman isen, hele hele Hizbullah isen hiçbir hakkın yoktur. Sen zaten suçlusun. Neyin savunmasını yapıyorsun ki? Hala da öyle değil mi? Mahkemelerden önce insanların zihninde seni mahkûm ediyorlar. Her insanın zihninde bir zindandasın ve suçlusun. Oradan seni hiç çıkarmıyorlar. Daha sonra sistemin mahkemelerinde suçlusun. Zindandasın ve oradan da seni hiç çıkarmıyorlar. Suçsuzsun, sakatsın, özürlüsün, kansersin, felçlisin, raporun var, hiç fark etmez. Çünkü suçuna değil fikrine bakıyorlar. Aynı fikirdeysen ne ala, değilsen zindanlardan zindan beğen. (Doğruhaber)
 

 

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

İlim Tarih Haberleri

28 Şubat postmodern darbesi ve 27 Nisan e-muhtırası
Zilan Katliamı
Zilan Katliamı
Karaismailoğlu: Halkımızın yüzde 70'ini 2023 yılında hızlı tren konforuyla buluşturacağız
Fırat Kalkanı bölgesine saldırı hazırlığındaki PKK'li öldürüldü