Herkesin kendi bakış açısına göre bir mutluluk tarifi vardır.
Aslolan ise mutluluğa giden yolu bulmaktır.
İşte bu yol, insanın kendisi ile barışık olmasıdır.
Kız ya da erkek olmak; esmer, kumral, sarışın olmak; Türk, Kürt, Arap, Roman… olmak; zengin ya da fakir bir aileye mensup olmak…
Kısacası kişinin boyu posu, akrabası, çevresi ile tam bir sulh yani barış içinde olmasıdır.
Kuşkusuz bu o kadar da kolay değildir.
Bir insanın ailesinden kendisine kalan genetik mirası veya karakteristik özellikleri, onun imtihanının birer parçasıdır.
Kur’an’ın kılavuzluğuna ve pedagojisine teslim olarak hırçınlıkları, hiddetleri, şehvetleri, muhabbetleri, hırsı, ihtirası vs. kontrol edebilir, zapturapt altına alabiliriz.
Tasavvufta, “Seyr u sülûk yolunda kemalât kesbetme” olarak adlandırılan bu husus, modern ifadesi ile “kendisi ile barışık olma” şeklinde tanımlanmıştır.
Esasen bu hususu, “Kadere iman eden, kederden emin olur” veya “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” şeklinde formüle etmek de mümkündür.
Mutlu, umutlu ve huzurlu bir yaşam için fertlerin kendileri ile barışık olmaya ihtiyaçları olduğu gibi, toplumların da böyle bir ihtiyacı, hatta böyle bir mecburiyeti vardır.
Fiziksel bir eksikliğinden dolayı bastırılmış ve yüzleşilmemiş korkuları ile yaşayan insan, sağlıksız bir ruh haline sahip olur.
Hangi cemaate, cemiyete, meslek ya da meşrebe sahip olursa olsun, ruhundaki kasırgaların, fırtınaların, cerbezenin ve en tehlikelisi de sebebi bilinmeyen sıkılganlıkların esaretinden kolay kolay kurtulamaz.
Toplumlar da aynen böyledir.
Geçmişleri ile barışık olmayan, çektiği veya çektirdiği acılarla yüzleşmeyen bir toplumdan cerbeze, kaos, anarşi, mutsuzluk veya huzursuzluk eksik olmaz.
1920’lerde Türkiye adı verilen bu coğrafyadaki yaşanan en önemli sorun budur.
19. yüzyılın başlarından itibaren İslami değerlerden uzaklaşıp kıbleyi Batı’ya çevirmenin bedeli çok ağır oldu.
Devrin hafifmeşrep ve çakırkeyf sultanları veya “yeni yetme idarecileri” bir ‘kölelik ruhuna’ sahip olunca tebaa, imamesi kopan tespih taneleri gibi dağıldı.
Yüz yıllardır kendileri ile ve içinde yaşadıkları toplumla barışık yaşayan kavimler “millet-i hâkime” saçmalığı ile re’sen ve resmen düşman ilan edildi.
Batıcı-İttihatçı kadrolar milletin üzerine oturan rahat ve geniş elbiseye ırkçı, laik ve pozitivist yamalar yapıştırmaya başladılar.
Bununla da yetinmeyerek zaman içinde işi biraz daha ileri götürdüler ve 1923’te elbiseyi tamamen değiştirdiler.
İşte bu süreç, Müslim-/Gayr-ı Müslim ayırımı olmaksızın toplum hafızasında derin travmaların yaşanmasına sebebiyet veren devasa sorunların ortaya çıkması ile sonuçlandı:
Ermeni tehciri, Kürt meselesi, Şeyh Said Efendi’nin Qiyamı, Bolu, Düzce, Hendek, Yozgat, Konya, Geliyé Zila ve Dersim ayaklanmaları, 5-6 Eylül olayları vs.
Öyle ki silah zoru ile millete giydirilmeye çalışılan elbise paramparça oldu.
Her gelen hükümet neredeyse tamamı yırtılmış bu elbiseye yama yapmaya başladı.
Bu arada en çok yamayı da –haklarını yememek gerekir- Ak Parti Hükümeti ve Sayın Başbakan yaptı.
İnançla ilgili mağduriyetler ve Kürt meselesi başta olmak üzere Dersim ve en son da Ermeni meselesi ile alakalı cesur adımlar atıldı.
Tesadüf müdür, bilinmez ama yüzleşmelerin, konjonktürel olarak bu bölgenin oyun kurucu emperyalist devletlerinin çıkarları ile de kesiştiği dikkatlerden kaçmamaktadır.
Ne olursa olsun bunları önemsiyorum, ancak bunların tamamı “yama” olmaktan öteye geçmiyor.
Dersim ve Ermeni tehciri için özür dilenirken, Şeyh Said Efendi ve Geliyé Zila dışta kalıyor.
Ergenekon ve KCK tutukluları serbest bırakılırken, Hizbullah ve diğer İslami kesimlerin tutukluları içerde tutuluyor.
Muğlalı olayının üzerine gidilirken, Roboski mazlumları görmezden geliniyor.
Görüldüğü üzere, 90 yıldır zorla giydirilmeye çalışılan bu elbise bırakın yamayı dikiş dahi tutmuyor.
Evet, bu toplumun kendisi ile barışık olması için tek bir çare kalmıştır:
Elbiseyi değiştirmek!