Korona musibeti ve ‘başıma toprak!’

Selahaddin YILDIRIM

İnsan bu aleme kulluk ederek yükselmek için gönderilmiştir. Bir çekirdek için toprağa düşüp bitki ve ağaç olmak ne ise, insan için de kullukla yükselip Allah’a yakınlaşmak odur. Kulluk, bilindiği üzere sadece namaz, oruç vb. ibadetleri eda etmekten ibaret değildir. Kulluğun en önemli bir türü de karşılaşılan acı ve belaları tanımak, onların ilâhi takdir ile önümüze çıkarılmış birer imtihan ve uyarı olduğunu anlamaktır.

İmtihan, çalışmayı ve dikkatli olmayı gerektirir. Musibet ve acılarla sınanmayı atlatmanın tek yolu sabırdır. Şikayet etme ve sızlanma mevcut acıyı daha da katlamaktan öteye bir iş görmez. Sabır; acziyet içerisinde oturup beklemek değil, önümüze çıkarılan zorluğun kalıcı olmadığı ve bir gün mutlaka kaybolacağını, değişeceğini düşünerek kaygı ve umutsuzluğa kapılmadan yola devam etmektir.

Hastalık ve belalara salt biyolojik açıdan yaklaşmak, sadece o açıdan ele alıp yaklaşmak doğru değildir. Meydana gelen her iş ve olayın görebildiğimiz ve göremediğimiz (gayb, melekut) yönü vardır. Hastalıkları oluşturan maddi sebepleri ile beraber manevi sebeplerinin de olduğunu unutmamak gerekir. Günahlar, isyanlar ve zulümler; hastalık ve bela doğuran manevi sebeplerin başında gelirler.

Musibet ve acıların bazısı insanı manen olgunlaştırmak ve temizlemek içindir. Peygamberler ve ulu kişilerin başına gelen acıların çok daha ağır olmasının izahı budur. Kirlenen çamaşır; kaynar suya atılır ve bu şekilde temizlenir. Dolayısıyla bu tür musibetler insan için ilahi bir ikram ve nimettirler. İnsan neyin kendisi için hayır getireceğini çoğu defa idrak edemez.

İnsanın karşılaştığı kimi musibet ve belalar da yaptığı yanlışların, zulüm ve isyanların karşılığıdır. Bu durumda da ilâhi kader insanı uyarmak, yanlış yoldasın, kendini düzelt mesajını vermeyi hedefler. Bugün küresel çapta yaşadığımız korona salgını da yeryüzünde işlenen zulüm ve fesatların bir cezası olabilir mi? Kadere sordum, neden böyle? Dedi ki, nasılsanız öyle... Evet korona mazlumların ahı ve lanetidir diyebilir miyiz? Kısacası Allah kimseye zulmetmez. Kula düşen isyan ve günahını terk edip tövbe etmektir.  

Başa gelen acı ve dertlere sabretmek ibadettir, uhrevi kazançtır. Bakınız irfan deryasının pîri nasıl izah ediyor konuyu:

‘Kul, gece gündüz Hakk’a ağlayıp yakarır, derdinden dolayı yüzlerce şikayette bulunur.

Cenab-ı Hak da ona: ‘Ey biçare, dert ve mihnet seni doğru yola çıkarır.

Ey kusurlarla dolu olan; şikayetini, seni bizden uzaklaştıran nimetlerden et.’

Gerçekte her düşman, sana bir ilaç, faydalı ve ferahlandırıcı bir kimyadır.

Zira onlardan kaçar, Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve yardımlarına iltica edersin.

Seni Hak’tan başka şeylerle meşgul eden dostlarınsa, hakikatte düşmanlarındır.

Porsuk adında bir hayvan vardır, boyuna dayak yedikçe semirir.

Onu dövdükçe daha iyileşir, sopa vuruldukça semizleşir!

Gerçekten müminin nefsi de bir porsuk gibidir, zahmet ve mihnet onu güzelleştirir, semirtir.

Bu sebepten peygamberler cevr -ü cefaya uğramış, halktan daha çok meşakkat çekmişlerdir.

Zira canları da diğer canlardan daha temiz, daha üstündü. Onun için başkaları, onların çektiğini çekmedi. Deri, ilaçlarla belâlara katlanıp, sonunda öyle Taif derisi gibi güzelleşir. Ona acı ve keskin ilaçlar sürülmeseydi, tamamen işe yaramaz ve pis pis kokardı.

İnsan da dabaklanmamış deri gibidir; rutubetten bozulur, ağır ağır kokar.

Sen ona bol bol acı ve keskin ilaçları sür de; o, güzelleşip, temizleşip, kıymetlensin.

Buna gücün yetmezse, Cenab-ı Hak sana istediğinin dışında bir maraz verince ona rıza gösterip sabret.

Dosttan gelen bela seni temizler. O’nun ilmi senin tedbirinden üstündür.’ (Mesnevî, IV:91-107)

*******

Meselâ bir halıyı, tozunu temizlemek için değnekle döverler. Akıllılar buna paylama demezler. Fakat kendi sevdiği birini veya çocuğunu döverlerse, ona itâb (paylama) derler. Sevginin delili işte böyle yerde meydana çıkar. Bu yüzden mademki kendinde bir dert ve pişmanlık hissediyorsun, bu Allah’ın sana olan inayetinin ve sevgisinin bir delilidir.” (Fîhi Mâfih, 36)

*******

Mevlânâ konuyu fevkalade güzel bir örnekle açıklar: Lokman’ın efendisine bir karpuz hediye etmişlerdi. Lokman’ı çok seven efendisi karpuzdan bir dilim kesip Lokman’a verir. Lokman şeker yer gibi karpuzu yer. Onun zevkle yediğini gören efendisi bir dilim daha verir. Onu da yer. Dilimler böylece on yediyi bulur. Efendisi Lokman’ı istekle yer görünce bir dilim de kendisi yemek ister. Ama yer yemez karpuz ağzını yakar. Bir müddet konuşamaz. Sonra Lokman’a neden karpuzun acı olduğunu söylemediğini sorar. Lokman: “Senin sunduğun bir şeye acıdır demek ayıptır. Bana bunca nimet vermişken, bir acı lokmaya katlanamazsam başıma toprak” der. (Mesnevî, II: 1525-1545)

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.