Bugün geldiğimiz nokta, Ortadoğu'nun büyük bir kırılmanın eşiğine gelmiş olduğu gerçeğidir.
Bu kırılmanın sonucunda iki ihtimal söz konusu olacaktır;
Birinci ihtimal, israil olarak bildiğimiz terör üssünün kamil manada teşekkülünün sağlanarak “Büyük israil” şeklinde karşımıza çıkması…
İkinci ihtimal, “Büyük” olmayı hayal eden israil'in bölgedeki küçücük israil adacıklarıyla beraber yok olarak tarihin çöplüğüne yuvarlanmalarının gerçekleşmesi…
Ortadoğu jeopolitiği çok hızlı bir değişim sürecinden geçmektedir. Daha düne kadar herkes her şeyi mezhepsel ayrışma zemini üzerinden okuyup siyasal ve askeri konumlanmayı bu doğrultuda gerçekleştirirken, bugün israil ve israil etrafında pervane olmuş küçük israillerin ihanet dolu tavırlarını konuşmaktadır.
Bölgede başını Tel Aviv'in çektiği, figüran olarak Riyad ve Abu Dabi'deki veliahtların yer aldığı “Senarist Kushner” filminin açıktan sahneleniyor olması, bölgesel dinamiklerin ihanet senaryosuyla beraber ihanet şebekelerinin de tüm çıplaklığıyla tanınmasını sağlamıştır.
Aslına bakılırsa 2003'te Irak'ın işgaliyle başlayıp en can alıcı halkasını “Arap Baharı” ile sürdüren Batı endeksli tüm olumsuz gelişmelerin altında, ki Suriye'nin yıkımı da buna dahil, aynı senaryo yatmaktaydı. Ancak planların istenen sürelerde tamamlanamaması, kimi zaman senaryoda rütuşların yapılmasına sebep oldu. Bazen yöntem, bazen kullanılan dil ve uslup, bazen de figüran değişikliği yapılarak bölge halklarının dikkatleri tali meselelere yöneltildi. Özellikle Suriye meselesinde kesif bir karartma uygulanarak dikkatler tüm bölgeyi etkileyecek konulardan uzaklaştırılarak Şam-Halep hattına hapsedildi.
Birçok kesim, hatta ülke bölgesel dizaynı hedef alan bu senaryoya ya aldandı ya da Körfez sermayesinin cezbedici yönüne yenik düşerek bölge içi ile bölge dışı arasındaki güç mücadelesini salt bölge içi rekabet üzerinden okuyarak pozisyonlarını buna göre belirlemek durumunda kaldı. Hal böyle olunca olaylara konu olan yerler tarumar olurken bölgesel dizaynın merkez üssü konumundaki israil, tarihinin en sakin dönemini yaşadı. Bağdat, Şam, Halep yıkılırken, kocaman bir medeniyet yıkıntılara teslim olurken Tel Aviv tarihinin en huzurlu, en ihtişamlı dönemini yaşadı. Aslında bu gerçek bile yürürlükteki senaryonun bir parçası olmasına karşın ne yazık ki çoğu kimseler doğru dürüst sorgulama kabiliyetini bile sergileyemedi.
Yıkımlar, katliamlar, devasa göçler birbirini izlerken Sünni Şii'yi sorgulamakla, Şii Sünni'yi eleştirmekle vakit geçirdi. Kimimiz “Şii/Pers yayılmacılığı”, kimimiz “Sünni/Osmanlı yayılmacılığı” ile öcülerimizi yarıştırırken gerçek manada yayılmacılık kabiliyetine sahip siyonist urun jeopolitik arzularımızı esir almasının farkına bile varamıyorduk. Zaten kanın ısıttığı ortamlar aklın göçüp duygunun hakim olduğu ortamlar değil miydi? Irak'ta, Suriye'de, Yemen'de, Mısır'da bunca kan akarken aklın duyguya galebe çalamayacağını senaristler iyi hesaplamışlardı. Bundan dolayıydı ki, “Akan kan dursun, siyasi çözüm devreye girsin” diyen herkes dışlanıyor, hor görülüp düşman cephenin neferleri suçlamasına tabi tutuluyordu.
Nitekim gün oldu devran döndü. Çatışmacı arzular patinaj yapmaya başlayınca eğrisiyle doğrusuyla siyasi akıl devreye girmeye başladı. Çatışmacı askeri yöntemler minimize olmaya başlayınca herkes sırtındaki kamburuyla, yüzündeki utancıyla baş başa kaldı. Siyasi çözüm arayışı, çatışmacı mantığın daha fazla gerilemesine neden olurken ihanet şebekeleri suyun çekilmesiyle karaya vuran balık sürüsü misali tüm çıplaklığıyla ortada kaldı.
Meğer daha düne kadar birbirimizi etnik farklılıklarımız üzerinden, mezhepsel çeşitliliğimiz üzerinden çatıştıran güç, düşman olarak bir gün Bağdat'ı, öbür gün Ankara'yı, diğer gün Tahran'ı hedef gösteren güç Washington-Tel Aviv, Riyad-Abu Dabi hattında mekik dokuyan şeytanlar silsilesiydi, Şeytanistan İmparatorluğu'nun başkentleriydi.
Amerikalı bir analist geçen yıl bir makalesinde Suudilerin Yemen çıkmazı üzerine şöyle bir tespitte bulunuyordu: “Ülkelerin ekseriyetinde net bir başarı elde edemeyen askeri lider veya savunma bakanı siyasi bir ölüye dönüşür. Eğer Suudi Arabistan'da bu gerçekleşmezse, Kral Selman kendisini çok daha temel değişimler isteyen üst düzey prenslerin baskısı altında bulacaktır.”
Suriye'nin Esad'ı zalimliğiyle baş başa kaladursun, Suudi'nin milyar dolarlar akıttığı Suriye yıkımından mağlup çıkması, Yemen'e yönelmesine sebep oldu. Yemen aşaması, aynı zamanda Suudi'nin de içinde yer aldığı ABD-israil-Suudi-BAE şeytan dörtgeninin Suriye yenilgisini stratejik açıdan telafi etme gayretlerinin sonucuydu. Aynı zamanda Yemen'e yönelim aşaması, şu anda tüm çıplaklığıyla şahit olduğumuz Ortadoğu'daki ayrışmanın da ilk somut adımlarından biriydi. Ancak Şeytan dörtgeninin Yemen'de de patinaj yapmaya başlaması, hem aralarındaki örtülü ilişkilerin deşifre olmasını sağladı, hem de eski müttefikleri dahil farklı alanlara el atarak aslında neleri hedeflediklerini ortaya koydu.
Şimdi başa dönerek zikrettiğimiz iki ihtimali tekrar göz önüne alalım.
israil'le yürütülen gizli ilişkileri açığa çıkan ve giderek “Stratejik ittifak”a dönüşen Suud-BAE ikilisi ilkin İhvan'ın ipini çekmeye başladı. Ardından ekonomik ve alternatif sermaye akışı nedeniyle her ne kadar dillendirilmese de Türkiye'de yaşanan 15 TEMMUZ sürecinde etkili rol aldılar. Sonra Katar'a karşı giriştikleri başarısız kuşatma politikası geldi. HAMAS ve Hizbullah düşmanlığı derken Saad Hariri üzerinden Lübnan'a dadanmaya çalıştılar. Şu sıralar ise “Barış planı” adı altında Filistin'i israil'e peşkeş çekme ve Rıza Sarraf davası dahil Batı'dan giderek uzaklaşmaya başlayan Tayyip Erdoğan'lı Türkiye'ye dönük baskı politikalarını sürdürmektedirler.
Ancak el attıkları Türkiye, Katar, Yemen ve Lübnan'da başarı sağlayamadılar. Hatta yüzlerine bulaştırdılar. Meşgul oldukları Filistin ve diğer irili ufaklı meselelerde de arzularına kavuşmaları mümkün görünmüyor. Dolayısıyla başarısızlık psikolojisinin bir sonucu olarak Şeytan Dörtlüsü arasında şu sıralar agresif bir dayanışma ve bunun yol açtığı pervasızca girişimler söz konusu olsa da bu durumun onları galip konuma yükseltmesi mümkün görünmemektedir. Şeytan Dörtlüsünün her seferinde akim kalan girişimleri, aynı zamanda “Büyük israil” hayallerinin de akim kalması anlamına gelmektedir ki, “Arap baharı”ndan bu yana gerçek baharı yaşayan israil için bu alametler dondurucu kış mevsiminin başlangıç alametleri olarak da okunabilir.
Batılı analistin geçen yıl Suudi krallığı için dikkat çektiği “Başarısızlığın siyasi ölüler doğuracağı ve bunun da Kral Selman'ı üst düzey prenslerin baskısına maruz bırakacağı” gerçeği bir yıl sonra tecelli etse de, belki de Şeytan dörtlüsünün başarı sağladığı tek alan “siyasi ölülerin diri tutulması ve baskı kurması beklenen üst düzey pranslerin tasfiyesi” oldu. Onun dışında israil'i ve Riyad ile Abu Dabi gibi “Küçük israil” adacıklarını umutlandıracak iç açıcı herhangi bir gelişme şimdilik yok.
Tam tersine karşı duruş sergileyen bölgesel dinamikler arasında güç birliği arttıkça israil ve israil adacıkları konumundaki merkezleri umutlandıracak olası gelişmeler gittikçe azalıyor.
Bir süre öncesine kadar “Sünni dünyasının” kralları muamelesi gören “Kral” ve oğlu “Müstakbel Kral”, şu sıralar Tel Aviv'de neşredilen kaos metinlerinin mütercimleri ve pazarlamacıları olarak tanınıyor. Ve bu durum, düne kadar mezhepçilikle iştigal eden kitlelerin dikkatlerinden kaçmıyor. Artık herkes “Kral Çıplak” gerçeğine tanıklık ederken, belki de en büyük mağlubiyetleri bu olsa gerek.