Kudüs, Hak-Batıl mücadelesinde daima “Final” sahası olmuştur. Kudüs'ü eline geçiren cephe daima final karşılaşmasının galibi olmuştur. Son final hazırlığı ise Trump'un sultacı Arap rejimlerinin desteğiyle hazırlattığı “Yüzyılın anlaşması”ndan oluşmaktadır.
Bir bütün olarak Batı'nın Ortadoğu'ya dönük politikasının birden fazla sebepleri/ayakları olsa da, politikaların merkezinde daima “Büyük israil” projesi yatmaktadır. Sosyo-ekonomik, kültürel, askeri vb politikalar şartlara göre içerik ya da şekilsel yönlerden değişkenlik gösterse de değişkenlik göstermeyen ana hedef israil'in güvenliği ve yayılmacılığının garanti altına alınmasıdır.
israil'in güvenliği ve yayılmacılığının teminat altına alınma gerekçelerinin Batıl cephe için mutlaka birden fazla sebebi bulunmaktadır. Bu sebeplerin birçoğu yine şartlara göre değişkenlik gösterse de, değişmeyen sebepler de vardır. En önemlisi de Batı'nın değişmeyen israil korumacılığıdır ve bu korumacı refleks mutlak anlamda dinsel motivasyona dayanmaktadır. Meseleye bu açıdan bakınca Ortadoğu ve Arap dünyasını uzun yıllardır bölge dışı faktörlerin etkisiyle meşgul eden her hadisenin gelip dayandığı nokta, israil'i kuşatan psikolojik duvarların gün geçtikçe daha fazla eriyor olmasıdır.
Batı'nın söz konusu israil, Filistin, Kudüs vs olduğunda “VAHDET” anlayışı ile hareket etmesinin nedeni temelde dinsel güdüler olduğu için israil'in varlık nedeni ve bekası onlar için her daima “şer'i bir görev” ve ortak kırmızı çizgi olmuştur. Dolayısıyla uzun vadede dahi olsa israil'in güvenliği ve yayılmacılığına halel getirme olasılığı bulunabilecek teorik veya pratik her türlü girişim, tekellerindeki bilumum müdahale araçlarıyla akamete uğratılmaya çalışılmaktadır.
Batının israil korumacılığının şiddeti, aynı zamanda sadece Filistin'de değil bölgedeki tüm Müslüman toplumlarda farklı sancıların daha fazla artmasını beraberinde getirmektedir. Bu meseleyi bir “Altın Vuruş” ile taçlandırmak isteyen Trump yönetimi, diğer zamanlardan farklı olarak İslam dünyasındaki işbirlikçi tüm tayfaları, münafık otoriteleri ve sultacı rejimleri hiç olmadığı kadar bu kez seferber etmiştir. Belki de tarihte ilk defa kâfirlerle birlikte münafıklar, Bel'amlar, sultacı saltanat köleleri bu denli bir siyasi birlik oluşturmuşlardır. Hep “Vahdet sembolü” olarak gördüğümüz Kudüs, bu kez israil lehine tüm bu mel'un tayfalar için birlik sembolüne dönüştürülmüştür.
Bugün bölgesel çapta yaşanan derin krizlerin her biri, Batı cephesinin söz konusu meş'um planlarının hazırlık aşamalarının birer halkası niteliğindedir.
- Irak'ta yaşanan işgal ve günümüze sarkan yansımaları…
- Arap Baharı ile başlayan süreç ve bu sürecin doğurduğu travmatik sonuçlar…
- Suriye'de yaşanmaya devam eden kriz ve dikkatlerin Kudüs'ten Şam'a yöneltilmesi…
- Mısır'daki darbe…
- Stratejik güzergahın iki yakası olan Somali ve Yemen'de yaşananlar…
- Arap dünyasında “Fırıldak Prensler”in peydahlanıp piyasaya sürülmesi…
- Saltanatları Washington ve Tel -Aviv'e ipoteklenen kabile şeflerinin devasa silahlanma yarışı…
- Arap Natosu palavraları…
- Kudüs'ün siyonizmin “Başkenti” ilan edilmesi…
- Ve şeytani planın bir garip “Kılıç dansı” eşliğinde start alması…
Tüm bunlar, bölgede açıkça teşvik edilen bölge içi husumetler, etnik ve mezhepsel kargaşalar, bu kargaşaları kalıcılaştırmak için yapılan siyasi/askeri ve finansal teşviklerle birlikte düşünüldüğünde “Tüm yollar Roma'ya çıkar” misali neredeyse tüm sonuçların siyonizmin değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramadığı gerçeği sonuçlarıyla beraber ortadadır.
Hafta içerisinde Tahran'da 32.si düzenlenen “Uluslar arası İslami Vahdet Konferansı” bu yıl “Kudüs, Ümmetin Ortak Sembolü” teması etrafında şekillendi. Medyaya kimi katılımcıların konferansa dair yansıyan mesajları, iki vurgu üzerine kuruluydu. İlki, ABD, israil ve bölgedeki malum işbirlikçi rejimlerinin endişe verici planları; diğeri ise Müslümanların bir türlü aşamadıkları kendi aralarındaki iç handikaplarıydı. Gerçi katılımcılardan Şeyh Naim Kasım'ın şu vurgusu ümit vericiydi: “Bu konferans Batı'nın Filistin meselesini unutturmak için yürüttüğü yüzyılın anlaşmasına karşı atılan sadece tek bir adımdır. Ancak pratikte birçok adım atmamız gerekiyor; bunların başında ise direniş ve liderlik tarafından atılan adımlar geliyor. Ayrıca Müslüman halklarımız da bu doğrultuda üzerine düşeni yapmalı… Seçkinlerimiz bu konuya ilişkin kültürel alanda gerekli adımları atmalılar, tüm bu hareketler birleşince Filistin'i kurtarmak için büyük bir ordunun oluşumuna tanık olacağız.”
Kudüs'ün tüm Müslümanlar için ortak sembole dönüşmesi, Müslümanların şu an içerisine gark oldukları iç handikaplarından kurtulmasıyla ilişkili bir durumdur. Handikaplar aşılırsa “Kudüs, Ortak Sembol” oluverir. Handikaplar aşılamazsa herkes kendine özgü “Uyduruk sembolü” ile baş başa kalmaya devam eder.
“İç handikaplar nasıl aşılır?” sorusu elbette bol cevaplı bir soru niteliğindedir. Ama mesela bir “Bilge Kurum” çıkıp iç handikaplara çizik atmak adına şöyle bir seslense…
Mesela dese ki;
- Tarihte vuku bulmuş ihtilaflı meseleleri gündemde tutmamak, onları tarihe bırakmak…
- Müslümanlar arasında tefrikaya ve ihtilafa sebep olacak tartışma ve gündemlerden uzak durmak…
- Bu tür tartışmaları gündeme getirenleri ümmetin asıl sorunlarına sahip çıkmaya çağırmak…
- Ehli kıbleye kardeş nazarıyla bakmak…
- Şii – Sünni ihtilafını kullanarak ümmeti birbirine düşürmeye çalışan küfür güçlerine karşı durmak…
- Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs'ün özgürlüğüne kavuşturulması için mücadele etmeyi şer'î görev olarak bilmek…
- Bu hedefe ulaşmak için mücadele eden tüm hareketleri, imkan ve şartları elverdiği ölçüde desteklemek ve onlarla dayanışma içerisinde olmak…”
Böyle bir sayha elbette önemliydi / önemli olurdu. Ama herkes hep birlikte bu tür çağrıları yapsaydı, yapılan bu tür çağrılara herkes kulak kabartsaydı, tabii ki daha anlamlı olurdu.