İngilizlerin kendi sömürgelerinin coğrafi konumuna göre isimlendirdiği Orta Doğu veya Yakın Doğu diye anılan bu coğrafya, insanlığın en eski yerleşim yeridir. Semavi dinler bu coğrafyada neşet etti. Peygamberlerin ekseriyeti bu topraklar üzerinde yaşadı. Yazı bu topraklar üzerinde icat edildi; medeniyetler Fırat ve Dicle havzaları arasında boy gösterdi; Avrupa ve Asya’yı bağlayan geçiş noktaları, yani meşhur Baharat ve İpek Yolları da tarihte önemli bir yer işgal etmekteydi. Ayrıca Orta Doğu stratejik konumda olan bir bölgedir. Bölge hem jeopolitik öneminden dolayı, hem de dini ve ekonomik sebeplerle daima güçlü devletlerin ilgisini çekmiştir. Bu öneminden dolayı, Orta Doğu’ya hakim olmak dünyaya hakim olmak demektir.
Coğrafyanın bu özelliklerinden dolayı bu topraklar üzerinde savaşlar, çatışmalar hiç eksik olmadı. Özellikle Kudüs ve çevresinin her üç semavi din için de mukaddes bir belde olmasından dolayı, buranın hakimiyeti için sürekli bir mücadele söz konusudur. Bilindiği gibi Kudüs, Hz. Ömer döneminde Bizanslılardan alınarak fethedilmiş ve uzun bir süre Müslümanların hakimiyeti altında kalmıştır.
Haçlı seferleri sonucunda Kudüs, 1099 yılında tekrar Hristiyanların eline geçmiştir. Haçlılar Kudüs'te iki gün içinde şehirdeki 70 binden fazla olmak üzere Müslüman ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler. O zamanda yaşamış, ismi bilinmeyen bir Latince tarih yazarının "Gesta Francorum" adlı eserinde bu durum şöyle betimlenmektedir: “... Bizim askerlerimiz Süleyman Tapınağına kadar onları katlederek, öldürerek takip ettiler; burada katliamla o kadar çok kişi öldürülmüştü ki ölenlerin akan kanı katliama devam eden askerlerimizin ayak bileklerine kadar yükselmişti.” Yine başka bir kaynak, "Chartres'li Fulcher" tarihinde; “Bu tapınakta 10.000 kişi öldürüldü. Gerçekten orada olsaydınız ayaklarımızın ayak bileklerine kadar öldürülenlerin kanı ile kaplı olduğunu görürdünüz. Daha başka ne denilebilir? Buradaki hiç kimse hayatta bırakılmadı; ne kadınların ne çocukların hayatını bağışladılar.”
88 yıl Haçlıların zulmü altında kalan Kudüs büyük kumandan Selahaddin-i Eyyubi tarafından, 1187 yılında tekrar fethedilerek Müslümanların eline geçmiştir. Kudüs Müslümanların elinde olduğu müddetçe, her üç dinin mensupları barış içinde Kudüs’te yaşamış ve dini vecibelerinin serbestçe yerine getirebilmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilmesi sonucu, 1917’de İngilizler Kudüs'ü işgal etti. Bu tarihten sonra da Kudüs ve Filistin toprakları rahat yüzü görmedi. Siyonistlerin İngilizlerle işbirliği sonucu; dışarıdan Yahudiler getirtilerek Müslümanların elindeki topraklar yaptıkları katliamlarla ve baskılarla zorla ellerinden alınmaya başlandı. İngiltere ve ABD’nin desteğiyle de 1948 yılında Siyonist İsrail devleti kuruldu.
İslam topraklarının kalbinde bir hançer gibi sokulan Siyonist İsrail devletinin kurulması, bir bakıma o dönemde İslam dünyasının içinde bulunduğu, dağınık ve perişan durumunun bir sonucudur. Osmanlı İmparatorluğu dağılmış, toprakları üzerinde yeni devletler kurulmuştur. Kurulan bu devletlerin başına batılıların zihniyetindeki yöneticiler getirilmiştir. Bu yöneticilerin tek derdi, kendi iktidarlarını korumak ve Müslüman halkları baskı altında tutarak, batılı efendilerinin çıkarlarına yönelik gelişebilecek muhalefeti engellemektir. Dolayısıyla onların Kudüs gibi bir dertleri olmamıştır.
Nasır gibi Bazı laik Arap liderler, milliyetçilik refleksleriyle de olsa Siyonist devlete karşı 1967 savaşında olduğu gibi harekete geçse de, netice de zihinleri dumura uğramış, İslam’dan imandan yoksun batılı değerlerin etkisindeki generallerin ve askerlerin başarısızlığıyla sonuçlanmıştır. Onlara göre inançlarına daha bağlı ve disiplinli olan Siyonist Yahudiler, ABD ve diğer batılı devletlerin desteğiyle savaşı, ezici galibiyetle kazanmıştır. Bu liderlerden bazıları Kral Hüseyin gibi; krallığını korumak için, altan alta Siyonistlerle işbirliği yaparak ihanet içerisine girmekten çekinmemiştir.
Bugün Siyonist işgal rejiminin Kudüs’te istediği gibi hareket etmesine ve Mescid-i Aksa içinde Müslümanları katledip ibadet haklarını engelleyerek, kutsallarını çiğnemesine rağmen, İslam dünyasındaki rejimlerden doğru dürüst bir tepki gelmemektedir. Bu da Siyonist çetelerin daha da azgınlaşmasına yol açmaktadır.
Arap rejimleri bırakın İsrail’e tepki vermeyi, çoğu Siyonist rejimle işbirliği yaparak ihanet içerisinde bulunmaktadır. Siyonist İsrail’e karşı Filistin’de bugün en etkin güç olan HAMAS’ı, sırf İslami yapısından dolayı terör listesine alıp, Siyonistleri ve batılı efendilerini memnun etme gayreti içine girmektedirler. Arap krallarının ve emirlerinin varlık içinde yüzmesine rağmen, Gazze’de Müslümanlar yokluk içinde kıvranmaktadır. Uygulanan zalimce boykot sebebiyle yiyecek, ilaç, yakıt, elektrik vb. temel insani ihtiyaçlarını dahi karşılayamamaktadırlar.
Bugün İslam dünyasında ki egemen rejimlerin ekserisi, İslam düşmanı batılı emperyalistlerle işbirliği içinde olup, varlıklarını onlara borçludurlar. Bir çok İslam ülkesinde, İsrail’in hamisi ABD ve Avrupalı devletlerin askeri üsleri bulunmaktadır. Bu üsler vasıtasıyla hem kendilerine hizmet eden bu kukla rejimleri korumakta, hem de kendi çıkarlarına karşı gelişebilecek muhalif hareketleri bastırmak için hazır askeri güç olarak bulundurmaktadırlar.
Başta Orta Doğu’da olmak üzere, dünyanın bir çok yerinde Müslümanların kanı dökülmekte, katliamlara uğramakta, diri diri yakılmakta, malları talan edilmekte, iç savaş gibi sebeplerle yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalıp, sefalet içinde yaşamaya mecbur bırakılmaktadırlar. Önceleri milliyetçilik ve şimdi de mezhepçilik fitnesiyle, Müslümanlar birbirlerine kırdırılarak adeta kan davası oluşturulmakta ve Müslümanlar arasında derin uçurumlar meydana getirilmektedir.
Batı, daha önce yaşadıklarını, bugün adeta birebir Müslümanlara yaşatmaktadır. Avrupa’da uzun yıllar yaşanan mezhep savaşları, daha sonra da Fransız İhtilaliyle ortaya çıkan milliyetçilik akımları ve çıkar çatışmaları sonucu yaşanan savaşlar ve en son Birinci ve İkinci Dünya savaşları neticesinde onmilyonlarca insan öldü. Bir çok Avrupa şehri yakılıp yıkıldı. Savaşların yıkımdan başka bir şey getirmediğini gördükten sonra Avrupa, bundan ders çıkarıp, kendi içinde Avrupa Birliği adıyla Hristiyan birliği oluşturarak, bu çatışmaları sonlandırdı.
Bugün aynı şey Müslümanlar için de geçerlidir. Kendi içinde barış oluşturan Batı, İslam ümmetini parçalayıp daha rahat sömürebilmek için, özellikle milliyetçilik ve mezhepçilik fitnesini Müslümanlar arasında körüklemektedir. Öyle anlaşılıyor ki Müslüman halklar da birbirlerini öldürerek bitiremeyeceklerini –ki bunun bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor- anladıklarında, ancak o zaman kendi aralarında İslami hak ve hukuk temeline dayalı kardeşlik zemininde bir birliktelik oluşturacaktır.
Müslümanların birlik olup batılı sömürgecileri ve kuklalarını kovduğu gün, Siyonist İsrail’in de sonu demektir. O gün Kudüs de, Mescid-i Aksa da özgür olacaktır. Dolayısıyla Kudüs’ün özgürlüğü Müslümanların özgürlüğüne ve birliğine bağlı olacaktır.
Bu şartlar altında akıl ve mantıkla bakarsanız; bu kadar fitnelerden sonra ve güçlü düşmanlara karşın, Müslümanların bu cendereden kurtulup birlik olmaları zor görünüyor. Ancak kainatın yaratıcısı olan Allah, en olunmaz denileni oldurmuş, en yıkılmaz denilen güçlü düzenleri bir anda yerle yeksan etmiştir. Firavunları, Nemrutları kahrederek düzenlerini başlarına geçirmiştir. Yeter ki biz bir İbrahim, bir Musa gibi olabilelim. Kalpleri birbirine ısındıran, yaklaştıran Allah’tır. “…Şayet yeryüzündeki şeyleri tümüyle harcasaydın, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat, Allah onların arasını uzlaştırdı. Şüphesiz O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Enfal-63
“Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz.” İsra-16
Bu kadar ümitsizlik içinde dahi inanıyoruz ki, Üstad Bediüzzaman ve şehid Seyyid Kutub’un ifade ettiği gibi; “İstikbal İslam’ındır” Allah’ın izniyle…