Gazeteci Yazar Ali Bulaç'ın Kur'an-ı Kerim'in tarihsel bir metin olduğunu iddia eden isimlere yönelik reddiye mahiyetindeki yazıları devam ediyor.
Dünya Bülteni'nde uzun bir süredir bu minvalde yazılar kaleme alan Ali Bulaç, son yazısında 'usul' tartışmalarına değiniyor. Geleneksel usulün olayları açıklamaya yetmediği yönündeki görüşlerin haksız olduğunu belirten Bulaç, İslam aleminin usul uyguladığı için geri kalmadığını aksine usulden koptuğu için geri kaldığını ifade ediyor.
İncil ve Tevrat'ın yazı diline o kitapların orijinal diliyle aktarılmadığını fakat Kur'an-ı Kerim'in vahyedildiğinden günümüze kadar geldiğini belirten Bulaç yazısında şu ifadeleri kullanıyor:
"Şu bir gerçek ki, hiçbir tercüme aslını ifade etmez; çünkü bir dilden başka bir dile tercüme edilen bir şahsın meramı, tercüme edildiği dilde olduğu gibi ifade edilemez. Bu, herkesçe teslim edilen bir hakikattir. bir mütearifedir. Dolayısıyla "Hz. İsa'nın (as) ne dediğini" sormak, sonra bunun hangi tarihsel şartlarda ortaya çıktığını anlamaya çalışmak, bunu geliştirmek doğru ve masum bir çabadır. Ancak Müslümanların böyle bir şeye ihtiyacı yoktur; Allah'ın ne dediğini kelimesi kelimesine, hatta harfi harfine biliyoruz. Zira kitap, bugüne kadar, olduğu gibi geldi. Dolayısıyla bu soruyla iştigal etmeyiz; bu soruyu sormayı abesle iştigal olarak görürüz. Ama şunu sorarız: "Allah bunu söylemekle neyi kastetti, maksat nedir, Allah'ın muradı nedir?" vb. Bu sorular üzerinde düşünerek bir usûl geliştiririz."
Bulaç, geleneksel usûlün artık yetmediğini, yetmeyeceğini söyleyenlerin başka bir geleneğe ait olan bir usûlü getirip İslam'ın içerisine sokmaya çalıştıklarını belirterek bunun ne teknik açıdan ne de mantıksal açıdan mümkün olmadığını kaydediyor.
Yazının tamamı...
Netice-i kelam
Kur’an’ın merkezi teması tevhid inancı, yani Allah’ın birliğidir. Bunun dışında veya daha doğru bir ifade ile tevhid konusunun çevresinde ele alınan yedi ana konu olduğunu söyleyebiliriz: Varlık/alem, mebde’ ve mead; nübuvvet/risalet, bilgi, tarih, insan ve topluluk hayatı (toplum?). Bu konular Kur’an’ın neredeyse yedi sacayağını teşkil etmektedir. Zira 6666 ayetin hepsini bu konular etrafında toplamak mümkündür.
Bu şu demektir: Kur’an; İslami ilimlerin, tefekkürün, irfanın ve İslam tarihinde her ne konulmuşsa, sıfır, yani başlangıç noktasıdır. Nasıl güneş kendinden ışık saçıp bütün galaksiyi aydınlatıyorsa, Kur’an da öyledir.
Bu açıdan Kur’an’ı anlamak için takip edilecek usûl çok önemlidir. Deniyor ki, geleneksel usûl artık olayları açıklamaya yetmiyor. Bu, haklı bir itiraz değildir; çünkü biz, tarihte usûl uygulandığı için geri kalmadık; belki o usûlden koptuğumuz için bu duruma düştük. Kaldı ki geleneksel usûlün tümüyle tüketildiğini söyleyemeyiz. Bir noktanın daha altını çizmek gerekir: Her yöntem veya metodun arkasında, aynı zamanda bir âlem tasavvuru, bir bilgi ve fikir birikimi ve bir politika vardır. Bize önerilen hermenötik veya tarihselcilik (tarihsel okuma biçimi), bir âlem tasavvurunun, bir ideolojinin ve bir politikanın ürünüdür ve ona hizmete etmektedir. Metodoloji veya usûl, nötr, bağımsız ve objektif değildir. Varlık aleminde ve tabiatta salt nötr/tarafsız bir alan veya fenomen var mıdır ki, zihin dünyasında ve pratik hayatta nötr bir alan olsun? Gerçek şu ki, hermenötik, başka bir dini, edebi ve tarihi geleneğin yöntemidir. İslam’ın usûlü ise bizzat Kur’an’dan ve Sünnetten istihraç edilerek ortaya çıkmış bulunmaktadır. Usul İslam’a aittir, mesela hayli gelişmiş olduğu bilinen Roma hukuku, uzulden yoksundur. Mecelle’deki kaidelerin her birini bir ayete veya hadise irca etmek mümkündür. Öyle ki, kaynağını bir ayetten veya hadisten almayan tek bir kaide yoktur. Doğrudan veya dolaylı yollardan usûl de böyledir; zira âlimler, fakihler, müfessirler usûl geliştirdikleri zaman bunu kendi indi görüşleri olarak icat etmiyorlardı. Sordukları sual şudur: Acaba Kur’an bize nasıl bir usûl öngörmektedir? Peygamber Kur’an’ı nasıl anladı, nasıl tefsir etti, nasıl beyan etti ve nasıl hayata uyguladı? Bunun üzerinde ceht ederek, kafa yorarak, buradan hareket ederek bir usûl vazetmişlerdir. Bundan dolayı “usûl esasa takaddüm eder” veya -belki çok daha güzeli- “usûlsüzlük usûlsüzlüktür” denmiştir. Eğer doğru bir yol üzerinde değilsek bir amaca/gayeye ulaşmamız mümkün değildir.
İncil’i veya Tevrat’ı anlamak üzere Batılılar tarihselci yönteme müracaat etmek durumunda kalmışlardır. Zira İncil veya Tevrat’ı anlamak istiyorsanız, başka bir yöntem geliştirmeniz de mümkün değildir. İncil Hz. İsa’ya Aramice indi, Hz. İsa, insanlara İncil’i Aremice tebliğ etti. Aradan 40 veya 70 sene geçtikten sonra Grekli İncil yazarları - ki Grekler Aramice değil Grekçe konuşuyorlardı ve belki de Aramice bilmiyorlardı, biliyor idiyseler de konuşmuyorlardı- Hz. İsa’nın gezdiği bütün güzergâhları dolaştılar, onu tanıyan, dinleyen insanları -bizim literatürümüzde sahabe ve tabiin- bulup, onun nerelerden geçtiğini, kimlerle konuştuğunu, neler anlattığını, ne tür tepkiler gördüğünü büyük bir merak ve dini gayretle ve elbette ki, ihlâsla, büyük bir ceht göstererek -tıpkı bizim siyercilerin yaptığı gibi- bilgi toplamaya başladılar. Ne var ki, bunu yazıya Aramice değil, Grekçe geçtiler. Burada iki problem ortaya çıktı: Birincisi, İnciller ilk yazıya geçtiği zaman, vahyin orijinal diliyle geçmemiş oldu; ikincisi de, tercüme bir dil ortaya çıkmış oldu. Şu bir gerçek ki, hiçbir tercüme aslını ifade etmez; çünkü bir dilden başka bir dile tercüme edilen bir şahsın meramı, tercüme edildiği dilde olduğu gibi ifade edilemez. Bu, herkesçe teslim edilen bir hakikattir. bir mütearifedir. Dolayısıyla “Hz. İsa’nın (as) ne dediğini” sormak, sonra bunun hangi tarihsel şartlarda ortaya çıktığını anlamaya çalışmak, bunu geliştirmek doğru ve masum bir çabadır. Ancak Müslümanların böyle bir şeye ihtiyacı yoktur; Allah’ın ne dediğini kelimesi kelimesine, hatta harfi harfine biliyoruz. Zira kitap, bugüne kadar, olduğu gibi geldi. Dolayısıyla bu soruyla iştigal etmeyiz; bu soruyu sormayı abesle iştigal olarak görürüz. Ama şunu sorarız: “Allah bunu söylemekle neyi kastetti, maksat nedir, Allah’ın muradı nedir?” vb. Bu sorular üzerinde düşünerek bir usûl geliştiririz.
Hermenötik okumayı İslam içerisinde meşru ve gerekli görenler, geleneksel usûlün artık yetmediğini, yetmeyeceğini söyleyenler, başka bir geleneğe ait olan bir usûlü getirip İslam’ın içerisine sokmaya çalışıyorlar. Bu, ne teknik açıdan ne de mantıksal açıdan mümkündür.
Netice-i kelam Efendimiz (s.a.)’in şu buyurduğu gibidir: “Hiç şüphesiz en güzel söz Allah’ın Kelamı’dır, en güzel yol Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötüsü dine aykırı sonradan çıkarılanlardır. (Buhari, İ’tisam, 2; Edeb, 70.)