İslam dünyasının modern dönemde karşılaştığı en büyük saldırı Müslümanları uluslaştırma sürecidir.
İslam karşıtları, uluslaşmayı Müslümanları Ümmetin kaynaklarından ve ümmetin beşeri azalarından koparacak en etkili proje olarak görmüşlerdir. Ümmetin temel kaynakları Kur'an ve Sünnettir. Ümmetin beşeri azaları ise Müslümanlardır. Uluslaşma ile Ümmetin farklı uluslara bölünerek parçalanmasını umdukları gibi Müslümanların hem toplum hem birey olarak Kur'an ve Sünnetten, onunla birlikte Kur'an ve Sünneti izah eden İslam âlimlerinden uzaklaştırabileceklerini düşünmüşlerdir.
İslam, toplumları bütün toplumların ortak özelliği olan kavim cehaletinden Kur'an ve Sünnet ile Ümmet şuurunu ulaştırdı. Uluslaştırma süreci, Müslümanları Ümmetten koparıp kavimlerin İslam öncesi efsaneleri ile sıfır noktasına götürmeyi, oradan Batı'nın ürettikleri ile “ulus” diye yeniden dizayn etmeyi, böylece İslamî şuurla İslam bütünlüğü içinde Batı'ya kafa tutan Müslümanları bölünmüşlük içinde Kur'an ve Sünnetten yoksun olarak Batı'ya hizmet edecek topluluklara dönüştürmeyi hedefledi.
Kur'an, Arapça bilmeyen ilk Müslümanlarla birlikte başka dillere önce sözlü, sonra yer yer yazılı olarak da açıklandı. Yazılı açıklamalar tefsir boyutuna ulaşmadığında hep ihtiyatla karşılandıysa da sözlü açıklamalar İslam'ın en mukaddes hizmeti olan tebliğ içinde görüldü. Uluslaştırma sürecindeki Kur'an mealleri bundan bambaşka bir amaç taşıyordu. Kur'an üzerinden uluslara özgü bir İslam'ın, Batı'nın Ümmetle ilgili hedeflediği bölünmeyi sağlayarak Türk Müslümanlığı, Malay Müslümanlığı, Hint Müslümanlığı, Fars Müslümanlığı gibi ulusal Müslümanlıklar üreteceği düşünülüyordu. İslam'ın mukaddes kitabı Kur'an, meal üzerinden Müslümanların en büyük felaketinin aracına dönüştürülmek isteniyordu. Meal, Kur'an'ın eseri olan Ümmeti imha edecek bir düşman olarak öne sürülüyordu. Türkiye'de meal çalışmalarının bundan bağımsız düşünülmesi, Müslümanların 20. Yüzyılda karşılaştıkları hâllerin doğru anlaşılmasını engellemiştir.
Batı'nın meal konusundaki örnekliği, Katolik olmayan Hıristiyan âlemiydi. Roma İmparatorluğu, Batı'da çöktüğü hâlde Doğu'da Ortodoks Hıristiyanlık örgütlenmesi sayesinde Bizans İmparatorluğu olarak varlığını korumuştu. Ama Ortodoks Hıristiyanlığın dinde “millileşmeyi” engelleyememesi, Bizans'ın sonunu getirdi. Ortodokslukta Süryaniler, Ermeniler, Bulgarlar, ardından Ruslar kendilerine özgü bir kilise geliştirdiler. Süryani olmak bir kavme ait olmak iken bu süreçten sonra Süryanilik Ortodoks Hıristiyanlığı içinde bir mezhebe dönüştü. Aynı durum Ermenilik içinde söz konusu oldu. Geç dönemde Hıristiyanlaşan Bulgar ve Rusların durumu da o boyutta olmasa bile ona benzedi. Bu bölünmüşlük, Bizans'ın dağılmasındaki en önemli iç etkenlerden birini hâsıl etti.
Batı'nın meal ile ilgili ikinci tecrübesi, Protestan Hıristiyanlığın oluşması ile ilgilidir. Her bireyin kendisi olarak İncil'e ulaşması fikri üzerinden kiliseye bağlı olmayan bir Hıristiyanlık olarak doğan Protestanlık, başta çok cazip göründü. Bulunduğu yerde İncil'i okuyan ve anlayan bir Hıristiyan… Kiliseye mensup olmayı esas edinen Katolik dünyanın asla bilmediği ve bilmek istemeyeceği bir durumdu bu. Ama bu cazip dindarlık, bireyselleştiriciliği ve kontrolsüzlüğe yol açması ile Hıristiyanlığın felaketine dönüştü. “Kendi İncil'imi papazsız da anlarım, Rabbimi papazdan değil, kendisinden dinlerim” diyen Protestanlar, başta yoğun dindarlığın simgesi gibi görünürken önce sekülerliğin, ardından Avrupa ateizminin öncüleri oluverdiler. Bu evreli dönüşümle, İncil'in İncil'e hizmet için yapılan tercümeleri, Batı'da İncil'i imha edecek yapının aracı haline geldi.
Batı'nın bu tecrübesi göz ardı edilerek İslam âlemindeki Batıcıların meal sevdasını doğru tahlil etmek mümkün değildir. Ne var ki özellikle Türkçe meal çalışmaları bundan hep bağımsız düşünülmüştür.
KUR'AN'IN TÜRKÇEYE ÇEVRİLMESİ
Kazım Karabekir'in anılarından anlaşıldığı kadarıyla Kur'an'ın Türkçeye çevrilmesi fikri, Cumhuriyet'ten hemen önce Mustafa Kemal tarafından 14 Ağustos 1923'te devletin eğitim politikasını belirleyecek heyetin önünde dile getirildi. Ancak meselenin öncesi de vardı. Şer'iye Vekili Konya Mebusu Hoca Vehbi Efendi ve başkaları Karabekir'e yapılmak isteneni, “Mustafa Kemal, Kur'an-ı Kerim'i bazı İslâmlık aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur'an'ın Arapça okunmasını, namazda bile yasaklayarak bu tercümeyi okutacak! Ve o züppelerle işi alaya boğarak, güya Kur'an'ı da, İslâmlığı da kaldıracaktır! Etrafındaki böyle bir muhit kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor." diye şikâyette bulunmuşlardı. Karabekir, duydukları ile işittiklerini birleştirince meseleyi anlamış; "Devlet Reisi sıfatıyla din işlerini kurcalamanızın içerde ve dışarıdaki tesirleri, çok zararımıza olur. İşi alâkadar makamlara bırakmalı.” uyarısıyla Mustafa Kemal'i bu girişimden vazgeçirmeye çalışmıştır. Ama iddiaya göre Mustafa Kemal, “Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!” diye karşılık vermiştir.
Neticede, sonradan “Dikel” soyadını alan Cemil Said adındaki bir albay; Müsteşrik Kasımirski'nin “Le Kur'ân” adındaki Fransızca Kur'an mealinden bir çeviri yapmış, bunu 1924'te “Türkçe Kur'an” diye piyasaya vermiştir. Çeviri, kasıtlı eksik ve yanlışlarla doludur. İslamî hassasiyete sahip olanlar, bu tür çevirilere karşı düzgün bir meal yapma adına ikna edilmiş, 21 Şubat 1925'te Eskişehir meb'ûsu Abdullah Azmî Efendi ve 50 arkadaşının verdiği önerge TBMM'de kabul edilerek devlet, Diyanet İşleri Riyaseti sorumluluğunda Kur'an'ın tercüme ve tefsiri yaptırma işine al atmıştır.
Diyanet İşleri Riyaseti Meşvere Heyeti azası Ahmed Hamdi Akseki'nin çabasıyla projenin meal kısmını Mehmet Akif, tefsir kısmını ise Elmalılı Hamdi üstlenmiş, yazım işi 1926'da başlamıştır. Her iki isim de Kur'an'a hizmet edeceklerinden emindiler.
Oysa Mustafa Kemal, çalışma devam ederken 30 Kasım 1929'da Alman gazetesi Vossische Zeitung muhabirine “Ahîren Kur'an'ın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa Türkçeye tercüme ediliyor. Muhammed'in hayatına ait bir kitabın [Sahih-i Buharî'nin] tercüme edilmesi için de emir verdim. Halk, tekerrür etmekte bulunan bir şey mevcut olduğunu ve din ricalinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka bir işleri olmadığını bilsinler.” demiştir.
22 Ocak 1932'de Ramazan ayında İstanbul Yerebatan Camii'nde önceden gazeteler üzerinden ilanı yapılarak İstiklal Mahkemesi hâkimlerinden Kılıç Ali ve “Andımız” metninin yazarı Reşit Galip'in huzurunda Hafız Yaşar denen kişiye “Kur'an” diye Türkçe bir metin okutulmuştur. İşin aslı sonradan ortaya çıkmıştır. Hafız Yaşar ve dönemin ünlü müezzinleri bir gün önce Dolmabahçe Sarayı'na çağrılmış, gece boyunca devam eden tartışmaların (!) ardından Mustafa Kemal, Cemil Said'in “Le Kur'an” Fransızca çevirisinden yaptığı Türkçe çeviriden Fatiha Suresi'nin mealini, müezzinlere örneklik olsun diye halka okur gibi okumuş, halka nasıl hitap edeceklerini dahi bizzat açıklamış, ardından “Sayın Hafızlar, içinde bulunduğumuz bu kutsal ay içinde camilerde okuyacağınız mukabelelerin tamamını okuduktan sonra Türkçe olarak da cemaate açıklayacaksınız. İncil de Aramca yazılmış ama sonradan bütün dillere tercüme edilmiştir. Bir İngiliz İncilini İngilizce, bir Alman İncilini Almanca okur. Herkes okunan mukabelelerin manasını anlarsa dinine daha çok bağlanır” diye emretmiş. Yanındakilere de “Gazetelere haber verin, yarın camilerde okunacak surelerin Türkçe tercümesi de okunacaktır” emrini de sözlerine eklemiştir. Olayın hiçbir kısmı, müezzinlere bırakılmamış, kendilerine Cemil Said'in “Le Kur'an” Fransızca çevirisinden yaptığı Türkçe çeviriyi okumaları gerektiği de söylenmiştir.
O sırada Mısır'da olan ve hastalığı şiddetlenen Mehmet Akif, olanları haber alınca yaptığı meal çalışmasını, eski Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu'nun babası, arkadaşı İhsan Efendi'ye bırakmış ve “ölmesi halinde yakılmasını” vasiyet etmiştir.
1990'lı yıllarda Türkiye'de meal çalışmaları yeniden teşvik edildi, 28 Şubat sürecinde “Anadolu Müslümanlığı, Türk Müslümanlığı Arap Müslümanlığına benzemez. Arap Müslümanlığını istemiyoruz” denilerek bizzat 1930'ların Türkçe ibadet uygulamaları konuşuldu, Yaşar Nuri Öztürk'ün meali öne çıkarıldı, Kur'an-ı Kerim eğitimine karşı Türkçe Kur'an mealiyle mücadele edilmesi önerildi, dönemin Şoförler Odası ve TESK (Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu) Başkanı astsubay okulu mezunu Derviş Günday'ın öncülüğünde Kur'an mealleri dağıtıldı. Daha önce sözü pek edilmeyen Ankara İlahiyat odaklı “Ankara Okulu” adını duyurmaya başladı, okula yakın isimler bugün de 28 Şubat'ın propagandasında yer alan televizyon kanallarının baş konukları arasındadır. Aksini iddia etseler de yaptıkları “Kur'an'a karşı meal” projesinin bir devamı olarak görünmektedir.