Kürdistan coğrafyası devletin zulmünü katmerli olarak yaşadı. Her tarafta “din”i yasaklayan rejim, Kürdistan’da dili de yasakladı.
Hem din hem de dil üzerinden direnç gösteren Kürt halkı, insanlık dışı katliamlara maruz kaldı.
İnsanlığa karşı en ağır suçlar işlendi ve maalesef bunlar işleyenlerin yanına kâr kaldı.
Böyle bir vasatta ortaya çıka(rıla)n PKK, daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, devlete darbeler indirerek Kürt halkının bir kısmının sempatisini kazandı.
Halk, devlete kaptırdığı malının PKK tarafından kurtarıldığını görünce umutla koştu PKK’ye.
“Sürümüzü kurttan kurtardın, eyvallah, sağ ol. Hadi sürümüzü ver de evlerimize gidelim.” dedi.
Ne var ki halk, PKK’den hiç ummadığı bir cevap aldı:
“Evet sürünüzü kurttan kurtardım, ama onlara ben el koydum. Sizin adınıza tabi!”
Türk mahkemelerinin -çoğu zaman- millete zulüm dolu kararlar verirken, “Türk Milleti” adına demeyi ihmal etmemeleri gibi.
Çözüm sürecinin Kürt illerindeki karşılığı da bu maalesef.
Halk, bir kurttan kurtulmanın sevincini yaşayamadan başka bir kurdun pençeleri arasına düştüğünü yeni yeni fark etmeye başladı.
Umut bağladığı kurtarıcının aslında bir kurt olduğunu kendisine fısıldamaya cesaret edemeyen binlerce insan, birkaç cesur yanık yürek sayesinde kendine gelmeye ve acı gerçekle yüzleşmeye başladı.
Önce kendisine hiç benzemeyen siyasetçiler üzerinden fısıltı halinde bir homurdanma yaşandı.
Tamamı Sünnî olan Diyarbakır’a Alevî bir kadının aday olarak konulması sorgulanmaya başlandı.
“Madem çok demokratsınız, o halde Dersim’e başı örtülü Sünnî bir kadın aday koyun!” şeklindeki haklı itirazlar yükseldi.
Ardından, “Çocuklarınızı askere göndermeyin, devlet çocuklarınızı çalmasın.” ikazına odaklanan halk, ortaokul ve lise çağındaki çocuklarının PKK tarafından kaçırıldığını fark etti.
Gece yarıları veya gündüzün bir vakti, evlere gelerek erkekleri kaçırıp beyaz toroslara bindiren ve direnen ev halkına acımadan kurşun sıkan devletten kurtulmanın sevincini yaşayamadan, aynı vahşetin PKK tarafından yapıldığını fark etti.
Devlet, kendisine benzemeyi kabul etmeyen halkı kaçırıyor, asit kuyularına atıyor, terör estiriyordu.
Belediyeler üzerinden bir güç elde eden BDPKK de aynı şeyi yapıyordu muhaliflerine.
Hakkını savunduğunu iddia ettiği ve tek kelime Türkçe bilmeyen kadınlara kurşun sıkıyordu.
Devlet bir yerden bir yere giden vatandaşı istediği yerde durduruyor; üst araması, yol ve kimlik kontrolleri ile canından bezdiriyordu.
Halk, bugün aynı zulmün PKK tarafından kendilerine yapıldığını hayal kırıklığı içinde müşahede ediyor ve artık bu zulmü sorgulamaya başlıyor.
Karakol önlerinde dayak yiyen, kafası, kolu kırılan halk, artık BDP il teşkilatlarının önünde dövülüyor, kafası kırılıyor, üstelik hayasız PKK medyası tarafından saldırgan ve provokatör olarak damgalanıyor.
Bütün bunlar yaşanırken emperyalist medya, senaryonun gereği olarak ağababaları tarafından kendilerine biçilen rolü oynuyor.
Bırakın bu zulümleri ekranlara taşımayı, BDP-PKK içindeki yönetici Türk tayfasının fikir babalığı yaptığı “Papa’ya Mektup” meselesini, “Kürtlerden Papa’ya Mektup” şeklinde servis ederek Firavun’un sihirbazlığı görevini icra ediyor.
Emperyalist medyanın yereldeki taşeronlarının yayın politikalarına bakılarak da Kürt halkına ne tür küresel ölçekli kumpaslar kurulmaya çalışıldığı rahatlıkla görülebiliyor.
Kendilerini “İslamcı” olarak tanımlayan kimi medya organlarından da benzer söylemlerin sadır olmasını ise “gaflet” olarak değerlendirmek istiyorum.
Bu arada kaçırılan çocuklarla ilgili olarak PKK’den yapılan açıklamada “Sömürgeci Türk devletinin güvenli olmadığı” gerekçesiyle çocukların alıkonulduğu ifade edildi.
Bu açıklama ile PKK, Kürt halkının hafızası ile çok net bir şekilde dalga geçmiştir.
Madem öyle soralım o zaman:
Türk devletinin göbeğindeki Ankara, İstanbul ve İzmir’in en pahalı kolejlerinde okuyan BDP’lilerin çocukları güvenli(!) bölgelere ne zaman götürülecek?