Taksim Gezi olayları üzerinden yaşanan olaylar soğumaya terk edilirken yeni çıkan bir tartışma, kimlerin olayları ne şekilde okuduklarıyla ilgili olmaya başladı.
İktidar tarafı, uluslararası güç odakları ve kimi lobilerin ön ayak olduğu savından hareketle meseleyi hükümete karşı komplo ve hatta darbe sorunu olarak ele aldı.
Olaylarda göstericilerden yana taraf olan bazı kesimler ise hükümetin darbeyi hedefleyen komplo teorisini oldukça abartılı bularak siyasi iktidarı, uygulanan liberal politikaların yol açtığı toplumsal patlamayı öngörememekle, olayların sosyolojik okumasını yapamamakla suçladı.
Aslında gerek olaylara müdahil olan çok farklı kesimlerin aldıkları değişik tutumlar ve iddialar, gerekse hükümetin öne sürdüğü teorilerin her birini kendi cephesinden haklı çıkaracak bulgular mevcuttu. Olayları salt ağaç sevgisine indirgeyen de vardı, durumdan yeni bir iktidar devşirmeyi hedefleyenler de vardı, Sol’a yaslanan “Devrim” hülyaları da vardı, dış odaklı merkezlerin dahli de söz konusuydu. Olay süreci uzadıkça birçok kesim kendi ideolojik söylemleriyle müdahale ederek kendi amaçlarını öne çıkarmanın hevesine düşmüşlerdi.
Dolayısıyla olaylara dâhil olan farklı bileşenlerin pozisyonlarından hareketle meseleye nasıl ve nereden yaklaşıldığı hususu, abartılı bulunsa da farklı okumalara imkân tanıyacak değerlendirmeleri de beraberinde getirmekteydi.
Tüm Türkiye çapında olaylara karışanların Kazlıçeşme mitingine katılanların sayısını büyük ihtimalle geçmemesi, hükümetin darbeyi amaçlayan komplo iddialarını biraz abartılı gösterse de neticede katılım gösteren çok farklı unsurlarla beraber bir toplumsal huzursuzluğun varlığını da görmek gerekmektedir.
Toplumsal huzursuzluğu oluşturan, tetikleyen, aslında uygulanan sistemin kendisi olsa da sistemin direksiyonunda oturmuş olması hasebiyle Ak Parti hükümeti de ister istemez eleştiri veya kendi iddiasıyla komplonun hedefi olmaktadır.
Bununla beraber hükümet ekonomik göstergeleri, kalkınma hamlelerini, makro ölçekteki gelir düzeyini gerekçe göstererek kendisine yönelen eleştiri ya da isyana bir türlü anlam verememekte, bundan dolayı da okuma tercihini sadece komplo teorilerinden yana kullanmaktadır.
Malum, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler sıralaması yapılırken esas olarak ekonomik kalkınma düzeyleri esas alınır. Türkiye de gelişmişlik liginde üst sıralara çıkmak için Ak Parti iktidarıyla beraber ciddi bir kalkınma hamlesine girişti ve makro düzeyde büyük başarılar elde etti. Ancak kapitalist modelde kalkınma hamlelerinin büyüklüğü, aynı zamanda zengin-fakir uçurumunun büyüklüğüyle de doğrudan orantılı olarak artmaktadır. Elbette artan ekonomik kalkınmayla beraber alt ve orta gelir grubundakilerin durumu üçüncü dünya ülkeleriyle kıyaslanamaz. Ancak uygulanan ekonomik modelin doğası gereği ülke kalkındıkça sınıflar arası uçurum da artmaktadır. Alt ve orta gelir gruplarının durumları kalkınmayla beraber gelen istihdam olanaklarıyla nispeten iyileşme görüntüsü verse de aynı modelin beraberinde getirdiği lüks yaşam içerisindeki tüketim çılgınlığı, orta ve dar gelirli sınıfın ayaklarına vurulan prangalara dönüşürken zengin zümrenin servetine de yeni servetler katmaktadır.
Hep söylenir ya, kişi başı milli gelir 10 bin doları geçti diye. Genel anlamda doğru. Ancak şu yazdığımız satırları okuyan kaç kişinin evine kişi başı yıllık 10 bin dolar girişi olmaktadır? Peki, benim, senin, onun adına artan kişi başı “10 binlik” yıllık gelir nereye ya da kimin cebine girmektedir? Elbette meseleye salt sosyalist perspektifle yaklaşamayız. Bundan hareketle kuru bir “eşitlik” ütopyasına da sahip değiliz. Her toplumun mutlaka zengini de fakiri de olacaktır. Ancak ülkedeki yüzde on – yirmi bandındaki bir zümre, yüzde seksen-doksanın bütçesi kadar bir gelir düzeyine sahip oluyorsa burada hem uygulanan ekonomik modeli hem de bu modelin ürünü olan “Kalkınma” şeklini/söylemini mercek altına almamızı gerektirecek bir vaziyet ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’nin uyguladığı ekonomik model, ister karalayıcı üslupla “vahşi kapitalizm” deyin, isterse cilalı üslupla “liberal kapitalizm” deyin fark etmez; neticede toplumu zengin-fakir ikilemi etrafında bölen, kamplaştıran, çatıştıran veya en azından bunlara zemin hazırlayan bir geleneğe sahiptir. Batı’da Marksizm’in sınıf çatışmalarından nemalanma stratejisinin önüne geçmek amacıyla kapitalist sistem, bir önlem mekanizması olarak sosyo-ekonomik politikalar çerçevesinde belli bir eko-politik gelenek oluşturmayı başardı. Türkiye’de ise böyle bir gelenek olmamakla beraber son yıllarda fak-fon aracılığıyla yürütülen politikalar, yaşlı, yatalak, özürlü, bakıma muhtaç, okuyan çocuk, vb. kategorilere girenlerle ilgili yapılan maddi iyileştirmeleri, Batı’nın kendi ekonomik sistemlerinin selametini koruma refleksleriyle yürüttüğü politikaları Türkiye’ye taşıyarak oturtma gayretleri olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak Türkiye’nin bu tür uygulamalarının Batı ülkelerine göre hem yeni hem de oldukça yetersiz olduğunu söylemeye gerek bile yoktur.
İçe dönük sosyal ve ekonomik politikalar alanında Batı’nın kesenin ağzını çok daha fazla açmasına karşın sınıf çelişkisi temeline indirgenen toplumsal çatışmalardaki artışın Türkiye’ye nazaran daha fazla olması ya da Batı’ya göre “kese cimrisi” Türkiye’de sınıf çelişkisine dayalı toplumsal çatışmaların sadece “marjinal sol”la sınırlı kalması ne ile izah edilebilir?
Elbette bunda birden fazla faktörün etkisi olmakla beraber, Doğu-İslam geleneğinden gelen Türkiye toplumundaki hâkim kültürde toplumsal çelişkiler “zengin-fakir” ikilemi üzerine kurgulanmış bir hafıza algısına sahip olmayışı da etkilidir. Yine bir Doğu-İslam geleneği olarak tarihten gelen “kutsal devlet” anlayışının etkisi en büyük faktörlerdendir. Müslüman toplulukların geleneksel dini/kültürel anlayışlarında devlete isyan namında bir fasılanın olmayışı, Türkiye’de 2001 krizindeki tepkisizlikle 2012’deki kriz nedeniyle Yunanistan’daki yoğun çatışmalar arasındaki farkı ortaya koyan en önemli neden olsa gerek.
İyi de bu durum hep böyle mi devam edecek? Malumunuz Türkiye Batılılaşma yolunda çok mesafeler kat etti. Küresellik faktörünün yanında uygulanan Batıcı modellerle yetişen her yeni nesil, özellikle metropollerde artık Batıyla, Batılı yaşam tarzıyla daha fazla özdeşlik/hayranlık kurmaktadır. Giyim kuşamıyla, kalkışıyla, yatışıyla, sakızıyla, küpesiyle, dövmesiyle, top sakalıyla, saç modeliyle, pırçıkıyla, birasıyla… Velhasıl hayatını kuşatan tüm öğeleriyle tipik bir Batıcı gibi yaşama çabasındadır. Ancak tüm çabalar, hayat şartlarının dayatmasından dolayı yeni gençliğin Batıcılık serencamının önünde en büyük engel olmayı sürdürmekte, bu durum da sadece “Çakma Batıcılık” olgusunu beraberinde getirmektedir. Kültürüyle, zihin dünyasıyla Batıcılığa teslim olan gençlik, bir yandan maneviyatını Batıcılığa kurban ederken diğer yandan ekonomik sıkıntılar nedeniyle tipik bir Batılı gibi yaşayamamanın sıkıntısını yüreğinin derinliğinde hissetmektedir. Biriken sıkıntılar katlanarak öfkeye, öfke dalgaları ise bazen ağaç üzerinden bazen de marjinallerin dürtüklemesiyle sokaklara salınan ateş topuna dönüşebilmektedir.
Kısacası yaşam tarzı olarak Batıcılık üzerinden konumlanan hassaten metropol gençliğinin toplumsal çelişki ve gelir adaletsizliğine vereceği tepkinin de “Batılıca” olacağı muhakkaktır. Bunun en canlı örneği de iflas bayrağı çeken Yunanistan’da geçen aylarda sokaklara taşan dehşet görüntüleri olmalıdır.
Tam da bu noktada hükümetin “Dindar Gençlik” söyleminin asıl anlamını bulduğu gerçeğiyle de yüzleşmek gerekecektir. Batı, kendi toplumunu ekonomik ve sosyal politikalarla dizginleme yöntemini uygularken Türkiye’nin küresel kapitalizme eklemlenmesinden kaynaklanan/kaynaklanacak olan/olası çatışma kültürüne geçit vermemek adına Batı’nın uyguladığı modelde geç kalınmışlığını fark etmesi, bir yönüyle Taksim’in tetiklediği olaylarla ifşa olmuşsa da farklı araçlara duyduğu güven, geç kalınmışlığın bir yönüyle bilinçli bir tercih olduğunu göstermektedir.
Mevcut iktidarın Türkiye’nin küresel kapitalizme eklemlenmesinin beraberinde getireceği olası fay hatlarının ve çatışma kültürünün farkında olmaması mümkün değildir. “Dindar Gençlik” söylemi, bir yönüyle iktidardaki kadroların dini duygularının dışa vurumu olsa da diğer yönüyle de küresel kapitalizme eklemlenmenin toplumdaki kaçınılmaz çatışmacı yansımalarının geleneksel usullerle engellenmesi çabalarının sonucu olsa gerek.
Batı gençliğine özenen, özenirken mide sevdası uğruna Batı tarzı çatışmacı pozisyonları göze alan bir gençlik yerine, geleneksel kutsal devlet anlayışının dini duygularla harmanlandığı muti bir gençlik, en ucuz tedbir olarak düşünülmüş olmalıdır.
Din, Siyer ve Kur’an dersleri “seçmeli” kategorisine alınırken bir yönüyle “Dindar Gençlik” hedeflendiği söylenebilir. Bu, aynı zamanda hayatının her alanında İslam’ı referans alan bir gençlik kurgusundan öte, yerine göre dilediğince yaşayan, yerine göre ise geleneksel dindarlık penceresinden bakmasını da bilecek olan bir gençlik tahayyülünün gerektiğinde “Seçmeli” bir düşünsel pozisyon icra edecek kabiliyet sergileyebilmesini amaçladığı pekâlâ düşünülebilir.
Aksi halde, inancı yaşamanın önünde kronikleşen bazı sorunları çözme kudretini kendinde bulamayan bir iktidarın topyekûn toplumsal dönüşümü ifade eden “Dindar gençlik” söylemi nasıl izah edilebilir?
Burada “Dindar gençlik” söylemine de seçmeli din derslerine de karşı olduğumuz anlamı çıkarılmamalı. Elbette bu uygulamalar, geçmişe ve eğitim müfredatındaki çarpıklıklara göre gayet olumlu adımlardır. Mevzubahis ettiğimiz şey, “asıl”dan sayılan Batıcılığa ve küresel eklemlenmeye karşı alınan tedbirlerin “tâli” veya “seçmeli” düzeyinde kalması ve bunun bir ayağının küresel/yöresel sistemin ürettiği zehre karşı panzehir olarak düşünülmüş olmasıdır.
Açıkçası cari sistem, tüm imkânlarıyla Batı’ya yönelip Batı’nın küresel sömürü düzenine eklemlenirken toplumsal yaşam tarzı da bu paralelde şekillenmektedir. Batı ahlakıyla ahlaklanan gençliğin tıpkı Batı’da olduğu şekliyle tepkisini yırtıcı usullerle ortaya koymasını geleneksel dini-milli ölçülerle tahlil yöntemine başvurarak farklı okumalara sapmak, kolaycılığa kaçmaktan başka bir şey değildir.
Batı’nın değer sistemlerine göre yetişen genç neslin tepkisellikte alacağı örnekliklerin adresi de Batıcı tarz olacaktır. Batıya özendirip Doğulu tepkisi beklemek, realiteleri okuyamamak olduğu kadar Anadolu’nun halen Batılılaştırılamamış vicdani hassasiyetlerini harekete geçirerek tepkiselliğe blokaj uygulamaktır. İyi gününde başörtüsünü hatırlamayacaksın, kendi yetkin altındaki kurumların başörtüsüne uzanan ellerini görmezden geleceksin; zor gününde başörtüsüne uzanan eller kırılsın sloganına öncülük edeceksin. Övünürken Batılılaşmaya vurgu yapacaksın, zora düşünce de Doğulu hassasiyetleri kalkan yapacaksın. İyi de nereye kadar?
Batının küresel kapitalizmine eklemlenen sistem her geçen gün yeni Batıcı nesil tiplemesi üretirken, yozlaşmayı bir kültür haline getirip dayatırken Vandalizm’i sorgu sandalyesine oturtmaktan daha fazla sistem Vandalizm’ini veya Vandalizm’i üreten sistemi sorgulamak daha akıllıca olmayacak mı?