Küreselleşme denilen olgu, her alanda bilinen klasik yaklaşımları değişime zorladığı gibi, ulus-devlet formatını, tehdit algılamalarını, sınırların güvenliğini ve güvenliğin sınırlarını çok farklı boyutlara taşımıştır.
Her ülkenin kendi coğrafi sınırları vardır. Eskiden olduğu gibi sınır güvenliğini dörtdörtlük sağlama almak, küreselleşme çağında salt güvenlik yönünden yetersiz kalıyor. Kaldı ki güvenlik kavramının içi, artık sadece askeri anlamda sağlanan tedbirlerle dolmuyor. Gelişen silah teknolojisi, sıkça uygulanan ekonomik ve sosyal operasyonlar, kimine göre “Direniş” kimine göre “Terör” denen olgunun komplike bir hal alarak uluslar arası boyutlar kazanması, balistik ve nükleer silahlanma yarışı, yeni model asimetrik savaş teknikleri, göç hareketleri ve benzeri faktörler, neredeyse tüm ülkeleri sınır aşan güvenlik tedbirlerini almaya zorluyor.
Bu anlamda İslam dünyasının en stratejik bölgeleri, küresel jeopolitiğin odak noktalarını oluşturuyor. Enerji kaynakları ve nakil hatları, stratejik konum, uluslar arası taşımacılığın kavşağında yer alması, ham madde kaynakları, nüfus yoğunluğu ve genç nüfus oranı gibi faktörler, önem atfedilen jeopolitiğin etkin ayaklarını oluşturuyor. İslam dünyasını önemli kılan bu faktörler, halen terk edilemeyen “Kabileci anlayış” yüzünden bölgesel dinamikler için dezavantaja dönüşürken, bölgeye çullanan yabancı aktörler açısından da en büyük avantaj olma özelliğini koruyor.
Küresel aktörlerde değişen ve gelişen tehdit ve güvenlik algılamaları, tekellerindeki tüm enstrümanları kullanarak sadece bölgemize değil, şehrimize, mahallemize, hatta evlerimizin içine kadar nüfuz etmelerini kendileri açısından zorunlu kılıyor.
Örneğin Amerikan emperyalizmi kendi açısından güvenlik sınırlarını Afganistan, Irak, Lübnan, Batı Asya ya da Kuzey Afrika olarak belirleyip buralara müdahale etmeyi kaçınılmaz buluyor. Çin’de belki de merdivenaltı atölyelerinde üretilen herhangi bir malı ekonomik açıdan tehdit kapsamına alabiliyor. Amerika’ya eşlik eden Avrupa ülkeleri hakeza…
Rusya, başta Suriye olmak üzere Afrika’nın derinliklerinde kendisi için “Güvenlik hatları” oluşturuyor. Olası riskleri kurmaya çalıştığı bu hatlar üzerinden püskürtmenin hesaplarını yapıyor.
İslam dünyasında da son dönemlerde belki de küresel tazyikleri dengelemek adına bu tür atılımlara girişen aktörler yavaş yavaş beliriyor.
Örneğin Türkiye’nin kimi bölgesel işbirlikleri ve en son Libya üzerinden yürüttüğü politika, başarı oranı açısından tartışmalı olsa da bu tür bir girişimin ayak sesleri olarak okunabilir.
Yine İran’ın bir çok çevrede tartışmalara yol açsa da İslam devriminden sonra özellikle Siyonist rejim eksenli yaptığı tehdit algılamaları ve yürüttüğü bölgesel politikalar küresel konsept içerisinde benimsenen yaklaşım biçimine tekabül ediyor.
Siyonist rejim ise kuruluşuna kaynaklık eden siyonizm ideolojisi gereği zaten bu politikayı yürütüyor. “Nil’den Fırat’a kadar” olan alanı yayılma bölgesi ilan etmesi, bunun en somut örneği olarak karşımızda duruyor.
Küresel stratejilerde “Arena” olarak seçilen İslam dünyasının önemli noktalarına karşı yaşanan hücum politikalarında küresel aktörler birbirleriyle rekabet içerisinde olmalarına karşın, kritik dönemeçlerde işbirliği, paslaşma ve paylaşmayı gayet iyi beceriyorlar. Aralarındaki bu anlayış, onlarda birliktelik ruhunu diri tutuyor. Sürü halinde hareket etme olanağı veriyor.
İslam dünyasında ise neredeyse herkes küresel saldırı ve sömürü politikalarından rahatsızlık duyarken, rahatsızlığın herhangi bir dayanışmaya dönüştürülememesi, en büyük zaafiyet olarak ön plana çıkıyor. Hatta oluşan zaafiyet, çoğu kez küreselci akınına karşı durmak yerine bölge içi rekabeti daha da kızıştırıyor. Bölge içi rekabette rakip püskürtme manevraları ise her türlü farklılıklarımızı, hatta çoğu zaman kutsallarımızı bile politik arenanın dolgu malzemesine dönüştürüyor.
Küresel çapulcular farklı ırk, dil, ideoloji, mezhep, din mensupları olmalarına karşın kendi aralarında müşterek noktalar bulabiliyor.
İslam dünyası ise tüm müşterek noktalarını baltalayarak çıkış noktalarını arıyor.
Birbirimizi kandırmayalım. İslam dünyasında hiçbir bir örgüt, hiçbir kavim, hiçbir mezhep, hiçbir ülke oluşmuş güç dengesi içerisinde tek başına organize hareket eden küresel haydutlarla başa çıkacak kapasitede değildir.
Bundandır ki günün sonunda onlar aşırdıkları petrol miktarıyla, edindikleri yeni üsslerle, yerleştikleri kritik noktalarla, katlettikleri sayısız insanlarla yataklarında mışıl mışıl uyurken; İslam dünyası vaveylalarla, maddi manevi kayıplarla, iç çekişme ve tefrikalarla gecenin hüznüne kapılıveriyor.
Sınır, milliyet, mezhep, meşrep ayırımı bir tarafa bırakılıp ortak zeminde buluşma gerçekleşmeyinceye kadar evimizin kapısına kadar dayanan küresel operasyonlarla baş etmek mümkün olmayacaktır.
Unutmamak gerekir ki, emperyalizmin yıkıcı gücü, bizim çekişmeye ve çatışmaya konu olan yıkıcı ihtilaflarımız kadardır. Biz çekiştikçe onlar büyür, biz birleştikçe onlar küçülür