Kürt meselesine Üstad’ın reçetesi

Sertaç TEKDAL

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.”  (Hucurat 13)

Yani, “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yarattım, ta birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet (yardım) edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkarla yabani bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir.” (Mektubat)

Batı menşeli, tefrika çıbanının bir nevi olan milliyetçilik cereyanı, İslam ümmetine dahil edildiğinden beri fitne ve fesadın hiç tükenmediği herkesin malumudur. Son dönemde bu milliyetçiliğin büyük acılar yaşattığı Kürdistan coğrafyasında çözüm arayışları devam ederken, farklı çözüm yolları da masaya yatırılmakta ve tartışılmaktadır. En son gerçekleştirilen “Kürt Meselesine İslami Çözüm” arayışları da bunun bir devamı niteliğindedir. Zira İslam dışı bir çözüm arayışı beyhude bir çabadan öteye geçemeyecektir. Hatta kanımca, “İslami Çözüm” kavramı bile fuzulidir. Çünkü zaten başka bir çözüm yolu olamaz. Farklı milletlerin bin yıldır kardeşçe yaşandığı vurgulanırken, unutulmamalıdır ki bu kardeşlik tamamen İslami bir kardeşlik esasına dayanmakta idi. Başka bir yöntem ve düşünce bu kardeşliği tesis edemez ki zaten. Zira insanları bir arada tutabilecek olan üst çatı, ancak ilahi ve insanüstü bir nizamla inşa edilebilir. İşte o da İslamdır ve başka da bir çözüm yolu mümkün değildir. Olsa da geçici çözümler üretmekten başka bir işlev göremez.

Meseleye bu gözle bakılmalı ve bu konuda alim ve rehberlerimizin çözüm yolları her zaman için daha muteber kabul edilmelidir. İşte bu meseleye parmak basan en önemli alimlerimizden biri de Üstad Bediüzzaman’dır. Biz de Onun izinde yürüyerek kulak vermeye çalışalım. Bakalım nasıl bir çözüm sunmaktadır:

“Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususen dessas Avrupa zalimleri, bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. …. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır: Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir (uğursuzdur), zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet (karşılıklı düşmanlık) ve keşmekeşe sebeptir.”

Evet, o zamandan bu yana milliyet düşüncesi ilerlemiş ve ümmete büyük zararlar veren boyuta ulaşmıştır. Ve bunun mucidi olan zalim Avrupa yani Batı, bu fitneyi ümmetin içinde uyandırma ve her daim diri tutma adına her türlü entrikayı çevirmekte, sinsi planlar dahilinde hareket etmektedirler. Amaç, ümmeti parçalayıp yutmaktır ve bugün bu plan aynen işletilmektedir.

Ancak milliyet fikri iki kısımdır. Biri menfi yani olumsuz, uğursuz, kötü ve zararlıdır. Yaşaması ancak başkasının kurban olmasına dayanır. Başkalarını ötekileştirme, onların kanı ve mazlumiyeti üzerine hüküm sürebilmektedir. İşte bu durum, nihayetinde karşılıklı düşmanlık beslemeye, kargaşa ve anarşiye neden olmaktadır. İnsanlık bu düşünceden çok acılar çekti ve halen çekmektedir.

“… Menfi milliyetin tarihte pek çok zararları görülmüş. Ezcümle,  Emevîler bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem Âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli (uğursuz) ebedî adâvetlerinden (düşmanlık) başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.”

İnsanoğlunun geleceğinde yol gösterici, ibret ve ders alınması gereken tarih, ibret alındığı taktirde tekerrür etmeyecek bir özelliğe sahiptir. Ve geçmişte menfi milliyet fikri insanlığın başına ne büyük felaketler getirmiş gün gibi ortada iken, maalesef dessas batının oyun ve tuzaklarına alet olunmaktadır. İşte Emeviler, bu fikirle hem ümmeti küstürdüler, hem de kendilerini felakete sürüklediler. Ve işte batı, bu muzır fikirler eşliğinde çıkardıkları dünya savaşları ile nev’i beşere neler çektirdiler. İşte şimdi bu fitneyi ümmetin içinde yaşatmaya çalışıyorlar. Akıl ehli olmak, tarihten ders almayı gerektirir.

“Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye (İslami kabile ve unsurlar) içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez.”

İşte bu vaziyet içerisinde, batının esaretini yaşayan ümmetin kavim ve unsurları, birbirilerine en muhtaç olduğu bir zaman diliminde, milliyet fikri ile birbirlerine yabani gözle bakarak düşman telakki etmesi, tarif edilemeyecek bir felaketir. Zira bu tam da batının oyununa gelmiş olmanın bir göstergesi olacaktır.

İkinci kısım milliyet fikri ise müsbettir, yani olumlu ve zararsızdır.

“… Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne (yardım), tesanüde (dayanışma) sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim (hizmetkar) olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli... Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.”

Müsbet milliyet, toplumsal hayatın iç ihtiyaçlarından ileri gelen doğal bir sevgi ve muhabbettir. Bu milliyet fikri, kendi milletinin hayır ve selametini düşünme, buna yönelik hareket ve eylemlerden müteşekkildir ve başka milletlere düşmanlık temeline dayanmayan, ötekileştirmeyen, kendi mutluluk ve selameti adına başkalarının yoksayılması, asimile edilmesi, red ve inkarına dayanmamaktadır. Ama yaşadığımız coğrafyada bunun tam da tersi tecrübe edildi. Yani izzet yolu olan İslam elmasının yerine, ona hizmetkar olması gereken milliyet taşları konularak ahmakane bir cinayet işlendi. Ancak görüldü ki, İslam dışında hiçbir düşünce ve yöntem bu meseleye çözüm getiremeyecektir. Zira tarih boyunca ümmet her türlü fitne, fesat ve zilletten ancak İslam’a sarılarak kurtulabilmiştir. Ve İslam’dan uzaklaştıkları, hüküm ve emirlerinden kaçtıkları kadar da zillete düçar olmuşlardır. Hakikat budur. 

“... Ne vakit ehl-i İslâm dine ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nisbeten yüksek terakki etmişler (yücelmişler). Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs devlet-i İslâmiyesidir. Hem ne vakit cemaat-i İslâmiye dine karşı lâkayt vaziyeti almışlar; perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler (zelil olmuşlardır).”

Kaynak: 26. Mektup 3. Mebhas

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.